Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, üç hafta önce Diyanet Akademi’nin din görevlileri mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada Türklük ve İslam ilişkisine değinmiş ve “Yaklaşık bin yıldır Türkler İslam’ı, İslam da Türkleri muhafaza etmiş; Türkler İslam’ın İslam da Türklerin kılıcı olmuştur. Tarih kitaplarına şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkacak hakikat şudur: Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir” demişti. Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkiyi neredeyse mutlaklaştıran bu yaklaşım, haliyle çok tartışılmıştı. Çünkü, Müslüman olmayan Türk’ü, Türk’ten saymayan bir tutum sözkonusuydu.

Türk milliyetçiliğinin din ile ilişkisi ve bu ilişkinin dönemsel olarak kazandığı içerik ayrı bir konu. Bu tarihsel tartışmanın belki günümüze ışık tutacak tarafı, Türkçülüğün tarih sahnesine çıkış aşamasında etkili olan düşünce tarzlarıdır. Türk milliyetçiliğinin önemli figürlerinden biri olan Yusuf Akçura, Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncesinin çökmekte olan imparatorluğun kurtarılmasına yetmeyeceğini belirtirken Osmanlıcı siyasetin güdülmesi durumunda Türklerin eriyip gideceğini ve egemenliğin Arap çoğunluğa geçeceğini savunur.

Kişisel kanaatim odur ki, Türk milliyetçiliğinin bir Arap sorunu vardır ve bunun kökleri hayli uzak bir geçmişe gider. Sözkonusu geçmiş, Türklerin Müslümanlığı kabul etme sürecinin genetik kodlarıyla yakından ilgilidir ki içinde derin bir travma da barındırır. Zira, geleneksel bakış açısının aksine Türklerin Müslümanlığa geçişi, coşkulu bir kabullenişten ziyade kılıç zorbalığının öyküsünden ibarettir. Sanıldığı ve anlatıldığı gibi Türkler, Müslümanlığı öyle kolay kabullenmemişler; Arap saldırganlığına karşı hep yurtlarını koruma gayretinde olmuşlardır. Müslümanlığa geçişleri de 200-250 yılı bulmuştur.

Belki de tarihin bir ironisi olarak kabul etmek gerekir; Emevi İslamına ve Arap yaşam tarzına yönelik derin ve gizliden gizliye varlığını koruyan karşıtlık, 19. Yüzyılın sonlarından itibaren Arap kavimlerin Osmanlıdan kopuş sürecinin de etkisiyle Türkçülük akımıyla birlikte yeniden vücut buldu. Aynı karşıtlık günümüzde bir kez daha güncellendi ve Ortadoğu’daki gelişmelerle yeni bir “Arap istilası”na maruz kaldığımız düşüncesi gelişti. Nitekim, milliyetçi çevrelerde AKP’nin açık sınır politikasıyla ülkeye doldurduğu sığınmacılar konusu “sessiz istila” şeklinde tanımlanmaktadır. AKP’nin yeniden inşa etmeye çalıştığı ümmet projesinin, Türk milliyetçileri arasında yeni bölünmelere yol açtığı, daha kentli ve seküler çizginin MHP’den ayrışarak İyi Parti ve Zafer Partisi’yle kendisine siyasal bir temsil alanı açtığı da malum. Hatta, etki alanları ve sayıları çok az olsa da Şamanist gruplar da mevcut. Türk-İslamcı Beşir Ayvazoğlu yıllar önce yazdığı bir yazıda, Türk milliyetçiliği içinde özellikle gençlik çevrelerinde Nihal Atsız çizgisinin kabul görmeye başladığına dikkat çekmişti. 

Toplumda Arap ve göçmen karşıtlığı temelinde yükselen bir milliyetçilik dalgasından bahsetmek mümkündür ve bu dalga Zafer Partisi’nin yelkenini şişiriyor. AKP ve Erdoğan’ın, giderek daha çok taraftar bulmaya başlayan bu milliyetçi yükselişi bir tehdit ve tehlike olarak gördüğü çok açık. Nitekim, Aykırı Genel Yayın Yönetmeni Batuhan Çolak ve Muhbir haber sayfasının yöneticisi Süha Çardaklı’nın da içinde bulunduğu 27 kişinin gözaltına alınması, bunlardan bir kısmının tutuklanması ümmet-millet çarpışmasının keskinleşeceğinin işaretidir.

İşte Erdoğan, “Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir” diyerek, din temelli bir ümmet projesine toplumu ikna etmek istediği gibi göçmen karşıtlığını da etkisiz kılmaya çalışmaktadır.