Bir gece yarısı, etkisini Ankara'ya kadar hissettiren Marmara depremini yaşadığımızda ülkece öyle bir sarsılmıştık ki, 'artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına' inanmaya başlamıştık. Bizimkisi memleketin gerçeklerinden, zihniyet kalıplarından bihaber bir saflıktan ibaretti. Aslında öğrenmemiz gereken dersleri, alınması gereken tedbirleri ıskalamak 'milli' karakterimizdi; nitekim çok değil birkaç ay sonra her şey olağan hale döndü. Yönetmelikler çıkarıldı, yeni vergiler konuldu; yeni alanlarda yeni konutlar yapıldı, yapı denetimi sistemi getirildi. Gelin görün ki, İstanbul, siyaseti de besleyen rant sisteminin kurbanı olmaktan kendini kurtaramadı.

6 Şubat'ta Kahramanmaraş merkezli yaşanan depremi de iki ayda unuttuk. Gazete ve televizyonların bölgeden yaptığı yayınlar azaldı ve milyonlarca insan kaderiyle baş başa kaldı. Oysa barınma sorunu hala can yakıyor. Tuvalet, banyo, gıda ihtiyacı devam ediyor. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanların ne yaptığını hiç bilmiyoruz. Deprem bölgesinden başka kentlere göç etmek durumunda kalanların yaşadıklarından ise hepten habersiziz.

Seçim atmosferine girilmesiyle ucube sistemin yarattığı handikapları aşıp seçim kazandıracak siyasi formülleri geliştirmek öne çıktı. İdeolojik yapıları birbirinden farklı partilerin bir araya gelmesi nedeniyle milletvekili aday listelerinde dengelerin nasıl kurulacağı sorusu daha öncelikli hale geldi. Seçim kuşkusuz ki çok çok önemli... Çünkü, her seçim, herkesin, her canlının kaderini belirlemektedir. Bir çalışanın alması gereken asgari ücreti belirleyecek olan da yanlış yer seçimine dayalı rant odaklı projelerle kurdun, kuşun, börtü böceğin yaşam hakkını belirleyecek olan da iktidarlardır.

Ama cevaplanması gereken bir yığın soru da hala orta yerde duruyor. Örneğin, resmi açıklamalara göre ölü sayısı 50 bin civarında. Oysa Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan'ın bazı veriler üzerinden yaptığı hesaplamalar gerçeğin başka olduğunu gösteriyor. Ercan, 'Sadece Antakya'da 3 binden çok yapı yıkılıyor, göçük altında en az 48 bin kişi var. Bunların 40 bini sağ çıkması beklenmezken nasıl olur da 11 ilde ölüm sayısı 50 bin kişi olur?' diye soruyor. Depremden etkilenen 11 ile dair varsayımları ise vahim ötesi ve söylemeye insanın dili varmıyor.

İktidarın, hayatını kaybedenlerin sayısını genel toplam olarak verirken bunun illere göre dağılımına dair herhangi bir bilgiyi paylaşmaması manidar. Hangi kentte ne kadar insanın öldüğünü ilan etmenin ne gibi bir sakıncası vardır? Arama kurtarma, yardım çalışmalarındaki yetersizlikleri, acziyeti gerekçelendirmeye dönük bir argüman olarak kullanılan 'asrın felaketi' söylemi gerçekse bırakın rakamlar da 'asrın felaketi'yle orantılı olsun. Çünkü, gerçekten de çok büyük bir felaket olan depremde kaç kişinin hayatını kaybettiği, ne kadar insanın kayıp olduğunu bilmek herkesin hakkıdır ve bu veri devlet sırrı olmamalıdır.

Dolayısıyla bu soruyu sormaktan vazgeçmemeliyiz.

Felaketin ortasında kalmış depremzedelere çadır, konserve satan ve yaptığını da pişkince savunan Kızılay Başkanı Kerem Kınık'ın neden hala görevinin başında bulunduğunu da… Alelacele yapılan ihaleleri, hangi bilimsel kritere göre seçildiği belli olmayan yeni yerleşim alanlarını, molozların döküldüğü yerlerin ileride yaratabileceği büyük çevre felaketini ve canlı yaşamı üzerindeki etkilerini de…

Unutmak, yaşadığımız acılarla baş etmenin bir yöntemi olabilir. Derler ki, 'Unutmak Tanrı'nın insana bahşettiği bir nimettir'. Ancak, aynı hataların tekrarlanması sözkonusu olacaksa unutmak bir ihanettir.

Dolayısıyla unutmak da politiktir, unutturmamak da…