Türkiye’de her 10 yılda bir kriz çıkar derler. Öyledir de… 1994, 2001, 2008, 2018 diye kriz zamanlarına işaretleme yapmak mümkün ise de şahsen Anayasa kitapçığı fırlatılmasıyla başlayan 2001 krizinin, yapısal bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirdiği için diğerlerinden ayrı düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. 
Çünkü, Türkiye’yi düzlüğe çıkarması için yurtdışından çağırılan Kemal Derviş, neoliberal dönüşümü piyasalaşma anlamında öyle başarılı bir şekilde gerçekleştirdi ki, ülke bir daha iflah olmadı. Kamunun elinde ne var ne yoksa hepsinin satışına karar verildi, özelleştirmeler hızlandı, EPDK, BDDK, TMSF gibi güya bağımsız kurullar eliyle ekonomiye yeni bir düzen verildi. 
Kamucu anlayış tamamen terk edilirken, özelleştirmelerle başta eğitim ve sağlık sektörü olmak birçok alan piyasalaştırıldı. Sözkonusu Kemal Derviş yasalarını büyük bir titizlik içinde uygulayan da AKP hükümetleri oldu. Çünkü, piyasalaşmanın, Cumhuriyet’in bütün ekonomik birikiminin İslamcı sermayenin güçlendirilmesi anlamında rant transferine imkan veren bir fırsat yarattığı açıktı. AKP, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve İslamcı burjuvaziyi de palazlandırdı. 
2000’li yılların başında zaten para bolluğunun yaşandığı dünyada, küresel sermayenin taleplerine uygun bir dizayn içine giren Türkiye, yurtdışından bol miktarda sermaye çekti. Ne var ki, AKP iktidarlarında, bu sıcak para, inşaat odaklı büyüme stratejisi gereğince betona gömüldü ve berhava oldu. Devlet binalarının yıkılıp yıkılıp yerine yenilerinin yapılması, sürekli biçimde konut sektörünü ayakta tutmaya dönük faiz ve kredi politikalarının uygulanmasıyla Türkiye bir yere kadar geldi ama geldiği noktada iflas bayrağını da çekti. 
Bugün yaşadığımız, 2001 yılından itibaren dizayn edilen ve milyonların yoksullaşmasıyla sonuçlanan modelin çöküşünün ilanı anlamına geldiği gibi AKP iktidarlarının üretime dayalı olmayan, spekülatif hareketlerden, imar rantlarından beslenen, gelir dağılımı adaletsizliğini tepetaklak eden uzun vadeli bir buhran içindeyiz. Buhran diyoruz; çünkü çoklu kriz ortamındayız. 
Çıkış için bir strateji de yok; inşaattan başka. Nitekim, son büyüme rakamları açıklandı ve sektörlere göre büyümede imalat sanayi çakıldı. Tarım 3.9, hizmetler sektörü 3.1, finans sigorta 4.9 büyüdü. İnşaat sektörü depremin de etkisiyle yüzde 9,3 gibi yüksek bir rakamla karşımıza çıkarken sanayi sektörü 0.5 büyüdü.  Sanayinin alt kategorisine baktığımızda yani imalat sanayini incelediğimizde eksi büyüme sözkonusu… İmalat sanayinde -0,2 küçülme olmuş. 
Şu bir gerçek ki, Türkiye sanayisizleşiyor, üretimsizleşiyor. Çiftçi maliyetleri karşılayamadığı için ekip biçmiyor, ürettiğini ya tarlada bırakıyor ya yok pahasına elden çıkarıyor, besici kan ağlıyor. Sanayicinin yatırım hevesi yok. Girişimcilerin yatırım eğilimlerini çıkarmayı amaçlayan istatistiklerde brüt yatırım harcamalarında geçen yılın güz döneminde, bahar ayına göre yüzde 6’ın üzerinde küçülme kaydedilmiş durumda. Üstelik, düşüş eğiliminin sürdüğü belirtiliyor. Büyük şirketler bilançolarında hep zarar açıklıyor. Döviz kurunun baskılanmasına ilaveten dış pazarlarda da yaşanan daralma nedeniyle özellikle ihracatçı kuruluşların zorlandığı malum. Nitekim, otomotiv sektöründen feryatlar yükseliyor. 
Renault Türkiye eski CEO’su Hakan Doğu, 2024 yılında otomobil ihracatının yüzde -1.4, hafif ticari araç ihracatının ise yüzde -4 gerilediğini belirtirken, iç pazardaki ithal araç oranının yüzde 71’e ulaştığını vurguluyor ve ekliyor: “Türkiye’nin 50 yılı aşkın süredir kurduğu otomotiv sanayisi, bugüne kadar görülmemiş bir tehlike ile karşı karşıya. Binlerce çalışanın ve şirketlerin geleceği risk altında”…
Otomotiv böyle, tekstili hiç anlatmaya gerek yok. Çünkü tekstilciler tası tarağı toplayıp Mısır’a gitti birer birer… Yüzü gülenler her zaman olduğu gibi inşaatçılar…