Servet eşitsizliğine dair araştırmalar son yıllarda hayli ilgi görüyor. Oxfam gibi yoksullukla mücadele eden sivil toplum örgütleri de Credit Suisse gibi finansal kuruluşlar ya da OECD ve Dünya Bankası gibi uluslar arası örgütler, küresel eşitsizlikleri raporlaştırıyorlar.
İsviçre merkezli Credit Suisse, her yıl yayımladığı “Küresel Servet Raporu”nun 2023 sayısını paylaştı. Rapor, hem Türkiye hem dünya açısından tehlike çanlarının çaldığını gösteriyor. Buna göre,  Türk Lirası’nda yaşanan değer kaybı ile Türkiye’nin toplam serveti, 2022 yılında bir önceki yıla göre 141 milyar dolar düşüş gösterdi ve 1 trilyon 41 milyar dolara geriledi. Küresel servet de 2022 yılına göre yüzde 2,4 gerileyerek 454,4 trilyon dolara düştü. Kişi başına düşen servetlerde de düşüş kaydedildi.
Ancak bu servetin dağılımı, zenginliğin toplumun çok sınırlı bir kesiminde yoğunlaştığını gösteriyor. Örneğin Türkiye'deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin neredeyse yüzde 40'lık kısmı, nüfusun sadece yüzde 1'lik kesiminin elinde bulunuyor. Nüfusun en zengin yüzde 10'luk diliminin toplam servetten aldığı pay yüzde 69,8. Yani nüfusun yüzde 90’ı, toplam servetten yüzde 30 civarında pay alıyor.
Geçmiş yılların verilerine bakılması durumunda, Türkiye’deki servet eşitsizliğindeki makasın hiç düzelmediği anlaşılıyor.
Credit Suisse’in 2014 yılında yayınladığı Küresel Servet Raporu’na göre 2000 yılında ülkedeki en zengin yüzde 10’luk kesim toplam servetin yüzde 66.7’sine sahipken bu oran 2007’de yüzde 70.2’ye çıkıyor. 2014 yılı itibariyle Türkiye eşitsizlik seviyelerinin oldukça yüksek olduğu ülkeleri de geride bırakarak, dünyada ikinci sıraya yükseliyor.
Bu servet eşitsizliği, dünya için de üç aşağı beş yukarı aynı seviyelerde. Ancak, refah devleti anlayışından dolayı Avrupa, ABD’ye göre görece daha iyi konumda.
Aslında dünya, 1929 Büyük Buhran şartlarını yaşıyor. O tarihlerde dünyada en zengin yüzde 1’lik kesim toplam servetin yüzde 44’üne sahipti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra servet eşitsizliği azalsa da 2003 yılından beri derinleşiyor. 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik krizle birlikte eşitsizlik ağırlaşıyor.
Nedeni de sosyal devlet anlayışının anlamını yitirmesi, şirketlerin devletlerin üstünde bir konuma yükselmesi…
Bu sonuç aslında solun etkisizleşmesiyle doğrudan bağlantılı.
Çünkü liberal politikaların hiçbir sınır tanımayan, yer altı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça tüketen ve ekolojik dengeyi de dönüşü zor olacak şekilde bozan acımasız uygulamalarıyla bir avuç azınlık, ekonomik gücü elinde toplarken milyarlarca insan diplerde yaşıyor. Ve bu diplerde ömür tüketenlerin tutunacağı dal olması gereken sol, varlık gösteremiyor. İşçi partileri işçilerden, memurlardan, yani ezilenlerden oy alamıyor, sendikalar işlevini yitirmiş durumda.
Meydan, şirketlere kaldı. Mikrofonlardan bir tek sermayenin sesi duyuluyor.
Haliyle bu servet eşitsizliği, siyasal alanda da belirleyici oluyor. Zenginler, siyasi partiler ve bürokrasinin karar alma süreçlerinde etkili olduklarından siyasi statü ve güç dengesizliği yaşanıyor ve bu durum sağ popülist politikalara enerji vererek demokratik değerleri aşındırıyor.
Şu bir gerçek ki, iklim krizi, göçmenlik gibi sorunlar da eklendiğinde dünya eşini benzerini görmediğimiz bir alt üst oluşa doğru sürükleniyor. Bugünün gençleri, anne ve babalarından daha kötü şartlarda yaşayacaklar. Evlenemeyecekler, barınabilecekleri bir evi satın alamayacaklar, eğitim ve sağlık imkanlarından mahrum kalacaklar, emekli olamayacaklar, düşük maaşlara talim edip sefil bir hayat sürdürmek zorunda olacaklar ve heder olup gidecekler.
Fazla mı distopik buldunuz bu satırları?
Az bile yazdım.