Türkiye'nin olağan kriz dönemlerinden biriydi.
Bir türlü istikrar kazanamamış ve her 10-15 yılda bir geniş kitlelerin üzerine bir kabus gibi çöken o büyük ekonomik dalgalanma da 1994 yılında patlak vermişti. Kriz zamanlarında büyük yıkımlar gerçekleşir ancak her yıkım aynı zamanda yeni fikir hareketlerini, yeni sosyolojileri, yeni kültürel adımları, şirketleri, yeni gazete ve dergileri doğurur, hayalleri kışkırtır. Zira insan can havliyle de olsa o enkazın altından kurtulup yeni bir başlangıç yapmak ister.
1995 yılının mayıs ayında okurlarıyla buluşan SiyahBeyaz gazetesinin kuruluş öyküsü de 1994'teki o derin kriz sonrasında başladı. Akay Caddesi'nde, Cumhuriyet'in 'yeni şehir' anlayışının bir yansıması olarak yapılmış mütevazı binada ilk kıvılcım çakıldı. Gazetenin sahibi, küçük bir matbaada baskı –yayın işlerine başlayan zaman içerisinde işini büyüten Ünsal Gündoğan'dı. Hedefi, Fransa'da yayınlanan, dünyanın en prestijli yayınlarından biri olan Le Monde tipinde bir referans gazetesi çıkarmaktı. Bu hayal, pek çok gazetecinin bir araya gelmesine vesile oldu. Gazetenin merkezi Ankara'ydı ki, bu başlı başına bir duruşu ifade ediyordu; zira geleneksel basın hiyerarşisinde İstanbul her zaman merkez olarak düşünülmüş, Cumhuriyet'in ilanından sonra Ankara'nın başkent ilan edilmesiyle başlayan Ankara-İstanbul çekişmesinde sermayenin de kültürün de başkenti fiili olarak İstanbul kalmış, Ankara bürokrasiyi temsil eder olmuştu. Dolayısıyla SiyahBeyaz gazetesinin Ankara'yı merkez yapması, bu yerleşik düşünce kalıbına bir nevi itirazdı. Adının da bir mesajı vardı tabi ki… Siyahı da beyazı da gösterme niyet ve cesaretine aday olunduğu anlamına geliyordu. SiyahBeyaz gazetesi, 18 Mayıs 1995 tarihinde piyasaya çıktı ancak yayın ömrü birkaç yıla sığdı; uzun ömürlü olamadı.
O yıllarda internet henüz geniş kitlelerin fark ettiği bir şey değildi; sadece ülkenin saygın üniversitelerinde okuyan bir avuç öğrencinin ve bilişim alanında çalışan sınırlı bir zümrenin bildiği realite idi. Dolayısıyla 'bir anahtar sözcük yazıyorsun, bütün bilgiler önüne geliyor', 'dünyanın bir ucundan diğer ucuna anında bilgi akıyor', 'görüntülü görüşme yapılabiliyor' şeklindeki sözleri duyduğumuzda, bunları söyleyene uzaydan gelmiş canlı muamelesi yapardık. İnternet nasıl bir şeydi; yenilir mi içilir mi; in miydi, cin miydi? Elle tutulur muydu? Hissedilir miydi? Bilgi, görüntü, ses, bir kablonun içinden nasıl geliyordu? Bu ve buna benzer sorular, neredeyse hepimiz için cevabı muamma olan, anlaşılamayan sorulardı.
2000'li yılların başından itibaren internet dediğimiz olgu giderek artan hızda hayatımıza girdi ve kitleselleşti. Şimdi sadece bilgisayar mühendisleri, bilişim uzmanları, üniversite öğrencileri, akademisyenler değil avukatından bakkalına, mühendisinden seyyar satıcısına, öğretmeninden işçisine kadar herkesin gündelik hayatında hiç vazgeçemeyeceği bir işlevselliğe kavuştu. Bilişim teknolojilerinin kullanım alanları da genişledi. Tarımdan tıbba, eğitimden medyaya kadar teknoloji 7/24 hayatımıza girdi.
Bu süreçte gazetecilik olgusu da değişti. Bir bayiye giderek aldığınız, mürekkebi elinize bulaşan, kokusunu hissettiğiniz gazetelere ilgi azaldı ve internet gazeteciliği öne çıktı. Adı bile değişti mesleğin. Gazetecilik denilmiyordu artık; , gazete, radyo, televizyon, internet ağlarını kapsayan daha şemsiye bir kavram; yani medya sözcüğü tedavüle girdi.
Mesleğimiz bu değişim tünelinin içinden geçerken, hayata yeni nesiller dahil oldu. Akay Caddesi'ndeki gazete binasına her gün sırtındaki okul çantasıyla giren Fırat Gündoğan, büyüdü, eğitim hayatını tamamladı ve aile şirketinde söz sahibi oldu. Sayın Ünsal Gündoğan, geleneksel basın hayatının temsilcisiydi, oğul Fırat Gündoğan ise hem klasik gazeteciliği kucakladı hem de dijital yayıncılığı… Hem gazete hem internet yayıncılığı bir arada şimdi.
Baba Gündoğan ile yıllar önce başlayan sonra serüvenimiz şimdi oğul Fırat Gündoğan ile devam edecek gibi… Farklı bir duygu bu… İnternet oldukça, aklım yettiğince, dilim döndüğünce, cümlenin beş halinde (yalın, i, e, de ve den hali) burada olacağım.
Merhaba…