Öyle deyimler var ki; yalnızca söyleyeni değil hepimizi bağlar. Bu deyimlerin önemi ve anlamı da söyleyenle ortaya çıkar. Ya sözünün arkasında dururlar ya da sözünü yerler.
Nasıl yerler? Maksadımı aşan bir söz olmuş…Yanlış anlaşıldım… Sözüm çarpıtılmış. Bu bir tepki sözüydü; mecaz anlamda kullandım vb. anlatımlarla yaparlar bunu.
Bu konuda en ustamız, rahmetli Demirel’di. Karşındakini her türlü yönteme başvurarak alt etmek; böylece söz cambazlığı yaparak ve karşıt fikirleri savunarak diğer konuşmacıları şaşırtmak mantıklı önermelerden saçma vargılar çıkartmak, ne olursa olsun diğerlerinin söylediklerini çürütmek. Demirel’in Türkiye siyasetine soktuğu dil işte böyle bir dildi. 1991 seçimleri öncesinde “Bana oy verirseniz 500 günde enflasyonu yüzde 10’un altına düşüreceğim. Herkese anahtar vereceğim” diyen Demirel’e 400 günün sonunda enflasyon vaadi sorulduğunda “Memlekette enflasyon yoktu da biz gelince mi oldu? Önümüzde bir 500 gün daha var. Sonra bir 500 gün ve 300 gün daha.” Sözleriyle karşılık vermişti. Zaten politik tutarlılıkla ilgili sorgulamalara “Dün dündür bugün bugündür” en sık başvurduğu karşılık oluyordu.
1968 yılında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de başkaldırı rüzgarları eserken, üniversite gençliği önce eğitim ve öğretime yönelik daha sonra siyasi taleplerle, işçiler ekonomik ve siyasi taleplerle sokaklara caddelere çıktığında da “yollar yürünmekle aşınmaz’’ işsizlikten yakınan bir işçiye “İşiniz vardı biz mi aldık” diyecekti. Talepleri küçümseyen, ciddiye almayan, görmezden gelen bir tavırdı bu.
Rahmetli Osman Bölükbaşı da bir laf ebesiydi; ama öyle bir yerde ve zamanda öyle şeyler söylerdi ki! Kırşehir’in kaza yapılmasına bile neden olmuştu. Bir gün Manisa’da meydan konuşmasında dinleyenlere şöyle sesleniyordu: “Sayın Manisalılar! Harman iyi emme bakalım dene nasıl çıkacak?
Babasının çiftliği deyimini anımsarsınız. Keyfiliktir bu. Ama koskoca bir ülkenin keyifle değil, ehliyet ve dirayetle yönetileceğini herkes bilir. Politika, hırs gerektiren bir uğraştır ama hırsına yenilme sanatı değildir. Ne ekersen onu biçersin diyor bir atasözümüz. “Rüzgâr eken fırtına biçer” bir başka versiyonudur bu ifadenin. Bir bardak suda fırtına kopartıyorlar diye, hiçbir olayı hafife alamazsınız.
Unutma, önemsizleştirme, yok sayma, yaftalama, ötekileştirme, çarpıtma, dikkat dağıtma, ne pahasına olursa olsun, tutarsızlık pahasına, dün ile bugün arasındaki ilişkiyi koparma, kavramların içini boşaltma, totoloji pahasına da olsa sözel üstünlük sağlama, cevabı yapıştırma, anlamı muğlak bırakarak netliğin getirebileceği zahmetten kaçınma üzerine kurulmuş bu siyasi retorik geleneği bugün takipçileri tarafından kullanılmaya devam ediyor.
Ben sermaye düşmanı değilim ama basın ayrı bir şey… Medyaya sermaye gruplarının hâkim olması iyi değil. Hâkim olursa ne oluyor? Basın iğdiş basın oluyor. İğdiş nedir bilen var mı? İğdiş toynaklı hayvanlara yapılır. İnsanlardaki hadım olayı. Siyasi iktidarlar, ellerine geçirdikleri imkânlarla kamuoyunun doğru haber almasını önlüyorlarsa ve bundan, iktidarlarının uzatılması için bir medet umuyorlarsa bu hepsinden vahimdir.
Uzlaşma kavramı da anlamını yitirdi; eşittir dayatma ve inatlaşmaya dönüştü. Etki edebiliyorsanız, çözmek için harekete geçin. Etki edemiyorsanız, mesele yapmayın. “Meseleleri mesele etmezseniz, ortada mesele kalmaz.’’ demişti Süleyman Demirel. Gerçekten de öyle mi?