İki gün önce iktidarı desteklediğini bildiğim bir arkadaşımın, yükselen döviz kurunun ülkemiz ekonomisine kazandıracağı hareketliliği anlattığı yazısını gördüm. Kalemi güçlüydü ama vicdanı eksikti. Çünkü, bazı insanların felaket tellallığı yaptığını söylüyor, her gün ülke batıyor diyenlere karşı ülkenin sapasağlam ayakta kaldığını iddia ediyordu.

NATO'nun Soğuk Savaş konseptlerinin çocuğu niteliğindeki Türk sağını anlamak kolaydır. Devleti kutsallaştırır. Her durumda bir tehdit, bu tehdit üzerinden da beka kaygısı üretmekte mahirdirler. Yürekleri hep sermayeden yana, güçten tarafa atar, otoriteye karşı samimi bir sadakat içinde olurlar. Şatafatı severler, konfora bayılırlar. Varsa yoksa nasıl iktidar olunacağı ve o gücün elde nasıl tutulacağıdır.

Katlettikleri ilk şey, genellikle hakikatler olur.

Bahsettiğim meslektaşım 'yarın sabah Türkiye kesin batar diye ellerini ovuşturup ertesi sabah ülkemizin yerinde durduğunu görüp üzülenler var' diye yazıyordu. Fazlasıyla insafsız bir değerlendirmeydi. Bir ülke batmışsa, hangi birimiz kendini kurtarabilirdi ki!

Onun, herhalde batmış bir ülke tahayyülü, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye'nin, seviyesi yükselen Karadeniz, Ege ve Akdeniz suları altında kalmasından ibaretti. Bir sabah kalkacaktı ve oldukça yüksek bir dağ silsilesinin tepesinden baktığında, su üstünde yüzen ölüleri görecekti de ancak öyle ikna olacaktı.

Savunulan tez malum. Döviz yükseldiği için ihracat artacak, ithalat pahalılaşacak, Türkiye çok ucuz bir ülke olduğu için yabancı alımları hareketlenecek, Türkiye turist cenneti olacak, ucuz işgücü sermayenin yatırım iştahını artıracak, faizlerin düşmesiyle konut almak kolaylaşacak, şirketler satılacak ve ülke döviz bolluğu yaşayacak vs. Oysa, ithalat bağımlısı olan, boyadan bakliyata, cep telefondan bilgisayara, enerjiden çip kartına, kağıda kadar her şeyi ithal eden bir ülkede bu tezin hiçbir geçerliliğinin olmadığı daha ilk günden anlaşıldı. Piyasanın öngörülemezliği ve aşırı oynaklık nedeniyle ihracatçılar bile döviz kurundaki artışa sevinemedi ve iş çevrelerinden kaygı dolu mesajlar yansıdı.

Meseleyi, dar gelirlinin yanına bile yaklaşamayacağı konut alımıyla, ihracatla, turizmle açıklamaya kalkıştığınızda iyimser, insanı gülümseten bir manzara resmetmek mümkündür ve ideolojik tercihler bu noktada etkilidir. Eşitsizliği, sömürüyü içselleştirmiş, yoksulluğu da Allahın takdirine bırakmışsanız geniş yığınların derin yoksulluğundan çok da rahatsız olmazsınız. Ancak, gelir dağılımı adaletsizliğine, yüzde 15'lere ulaşan işsizliğe, temel insani ihtiyaç malzemelerinin temininde karşılaşılan güçlük ve pahalılığa, iflas, icra, haciz verilerine, işçinin, memurun, çiftçinin düşen hayat kalitesine bakıldığında toplumun kahir ekseriyetinin canına okunduğunu, yoksulluğun derinleştiğini fark etmemek imkansızdır. Ve bu yoksulluk, kader değil, kul icadı sistemden kaynaklanan yoksulluktur.

'Türkiye, Avrupa'nın Çin'i olacak' retoriği, çocuk işçiliğini, ucuz işgücünü, emek sömürüsünü savunmak demektir. Bu da övünme yerine utanma vesilesi olmalıdır aslında. Kendi vatandaşı sefalet içinde yüzerken, ucuz işçiliği, ucuz vatandaşlığı, ucuz şirketleri, uluslar arası sermayenin görücülüğüne çıkarmak, Çin olmak, Bangladeş olmak bir vizyon değildir. Vahşiliktir, modern köleliktir, batmışlıktır.