Ne zaman bu iki sözcüğü duysam ya da görsem, yollar çağrışır bende. O zaman eski yollarını hatırlarım çocukluğumun ve ilk gençliğimin. Kıvrım kıvrım, iniş yokuş; stabilize taşlı ve iki aracın birbirine yol vererek geçebildiği yollardı onlar…Gezmek, görmek demek; yol, yolculuk demek. Hep seyrüsefer halinde yollarda olmak demek...

Zonguldak’a ilk gidişimi anımsıyorum. Kaptıkaçtı bir araçtı.16 kişilik falandı. İne çıka Beycuma’ya vardık, yokuşlardan sonra. Motoru homurdana homurdana yaylayı geçti, yokuşlardan aşağı indi. İlk bina Amele Birliği Hastanesiydi Gaca’dan inerken görünen. Garda ilk kez tren görüyordum. Fevkâni Köprüsü’nün orada indirdiler bizi. Bu arada ana caddeden geçen kömür yüklü vagonları, vapuru, sürmeli gözlü maden işçilerini de görmüştüm.

Bu ilk yolculuğumdu ve çocuktum. İki saatte gitmiştik. Yolcuların hiçbirini tanımıyordum. Benim aklım bademciklerimdeydi. Dr. İsmail Susmuşoğlu, ameliyathane kapısında karşıladı bizi. “Baba beni kesecekler” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Bayılmışım o anda. Çenelerimin mengeneyle açıldığından başka bir şey anımsamıyorum şimdi bile. Ayıldıktan sonra doktorun: “Sık sık dondurma yedir” diyerek bizi yolcu ettiğini; böylece ilk kez dondurmayla tanıştığımı hatırlıyorum. Mayısın ilk günlerinden biriydi. Hiç unutmadım. 65 yılı aşkın bir zaman geçmiş üzerinden…

***

İkinci yolculuğum Devrek’ten Ankara’ya oldu. Yıl 1951’di.Odun yüklü kendi kamyonumuzla çıktık öğle vakti yola. Zonguldak yolundan farklı değildi. İki araç zar zor geçiyordu yan yana. Kazma ucuyla yapılan stabilize bir yoldu. Sabah 9’a doğru radyo vericilerinin bulunduğu Etimesgut’tan Ankara Kalesi göründü. Birkaç mola ile birlikte yolculuğumuz 10 saati bulmuştu. 1971 yılında aynı yolculuk 6-7 saatti. Bugün çok çok 3 saat. Nerelerden nerelere geldik.

***

Üçüncü yolculuğum ise İstanbul’a ve kendi kamyonumuzlaydı. Üsküdar’a indiğimizde gece saat 21’di. Yolculuğumuz 20 saati aşmıştı. Büyüledi beni İstanbul ve hâlâ da devam ediyor. Yeniçağa, Bolu ve Bolu Dağı (ki, iki saati bulurdu Kaynaşlı’ya inişimiz). Düzce’de köfte yer, şıramızı içer gene düşerdik yola. Adapazarı’na girerken köprü ve Sakarya, içimi ürpertirdi o zaman. Şimdi de öyle. Ama o yoldan geçmiyoruz artık. Köseköy’de moladan sonra yokuşlara tırmanırdık İzmit’ten yukarılara doğru. Kısıklı’da Tramvayı, Üsküdar’da arabalı vapuru ilk kez o seyahatimde görmüştüm. On dört yaşında ailemin yanından çıkıp, başka kentteki yatılı okula gidince yollar girdi aramıza. Bugün öyle bir İstanbul yok artık. Liseyi ve üniversiteyi bitirdiğim İstanbul’dan ise hiçbir iz yok… Bugünün İstanbul’una gelince rüyamda görsem inanmazdım. Kısaca şöyle diyeyim: “Ah İstanbul! Görmedin böyle bir keder/Sana övgüler düzülüyor/Nereden nereye?’’ diye.

***

En uzun yolculuğum yirmi iki saat sürmüş, ertesi günde aynı yolu geri dönmüştüm. Gençlik işte... Şimdi iki saatlik yolculukta ayaklarım şişiyor. Her yolculuğun bir öyküsü olduğundan, her yolun gidişinin tadıyla, dönüşünün anlamı farklı olur. Uğurlanmak, karşılanmak, beklenmek, kavuşmak, ayrılmak hayatın içinde hep var. Nedense ben terminallerde yolcu karşılamayı ve uğurlamayı hiç sevemedim. Süresi ve amacı ne olursa olsun, her yolculuğa çok az eşyayla çıkmayı hedeflesem de başaramam. Dönüşte bagaj sayım ve ağırlığım kesinlikle artar. Bagaj kuponlarını el çantamın hangi gözüne koyduğumu da hiç hatırlayamam.

Şimdi dışımıza yaptığımız yolculuklarda kullandığımız araçlar çok kaliteli. İçimize yaptığımız yolculuklarda kullandığımız araçlar ise çok netameli. İlhan Şeşen bir şarkısında şöyle der: "Yol aldım sevdalardan, kendimi bulmak için / Şarkılar, türküler söyleyip, yanmak için.” Ben de bir an önce yol almak istiyorum kendime, tatil yörelerine doğru.