Yazar olarak Yılmaz Karakoyunlu’yu önce oyunlarıyla tanıdık.
Gerçi özel olarak tiyatroya ilgi duyanlar dışında roman okurcasına oyun metni okuyan pek yoktur da…
İzlediğimiz bazı oyunların yazarı olarak adı yer etti belleğimizde diyeyim.
Sonra tanıştık romanlarıyla…
Onun edebiyatçı kişiliğine giden yol, her ne kadar kendine edebiyatı sevdirenin Diyarbakır Lisesi’nde okurken öğretmeni olan Turan Erol olduğunu söylese de, taa ilkokul yıllarına uzanıyor.
Çünkü, kendine hemen her gün dayak atan ilkokul öğretmeni Hayriye Hanım’ı anıyor. Teşekkür ediyor ona…
Şöyle ki, okul müdürü bir gün, “Birisi bir oyun yazsa da oynasak!'' diyor. Hayriye Hanım da öğrencilerden Meral’in babasının yazabileceğini düşünüyor.
Çünkü, o baba, “çok tirajlı bir gazetede başmuharrir''…
Söylüyor Meral’e…
Ertesi gün Meral okula gelmiyor. Belli ki, söylemiştir babasına. O da yanaşmamıştır böyle bir şeye. Öğretmenine ne diyecek?
Çözümü okula gelmemek de buluyor…
Hayriye Hanım’dan her gün dayak yiyen çocuk, ilk teneffüste okuldan kaçıp Meral’i arıyor. Buluyor da…
Ne görsün ki, ağlamakta Meral.
Okula dönüp Hayriye Hanım’a anlatıyor bu durumu.
Bir dayak daha yiyor bu nedenle…
Dahası, “Tiyatro oyununu ne yapsak acaba?'' diye kıvranıp duran Hayriye Hanım’a, “Dert etmeyin hocam'' diyor, “Ben yazarım…''
Bir dayak da bu nedenle yiyor…
Dayağı yiyor ama, akşamları odasına kapanıp bir oyun yazıyor. Oyunu götürüp bırakıyor Hayriye Hanım’ın masasına. Koyup kaçıyor bir dayak daha yememek için. Ama Hayrie Hanım geliyor yanına, “Sen mi yazdın?'' diye soruyor. Evet dese de inanmıyor Hayriye Hanım. O yaşta bir çocuğun oyun yazabileceğine inanamıyor. Annesine gidip soruyor. O da anlatıyor, bir haftadır odasına kapanıp o oyunu yazmak için uğraştığını…
Sahneleniyor oyun.
Karakoyunlu, yıllar sonra bu anısını aktarırken, “Keşke okul beş değil on beş yıl olsaydı. Paşalar gibi yaşardım o okulda, bu oyundan sonra'' diyor.
***
O, Karoyunlu’yu edebiyat alanında ünlendiren romanı yazışı mı?
Onun da ilginç bir öyküsü var…
“Memleketimizin güzide romancısı'' dediği Ayla Kutlu’ya telefonda anlatıyor Salkım Hanım’ı…
“İşte sana bir roman konusu'' diye…
Konuyu bilmediğini söyleyince de, “Ben sana destek veririm'', diyor. O konuyla ilgili bir yığın kitabı atıyor arabasına ve gidiyor Bilgi Yayınevi’ne… Ankara’daki, Meşrutiyet Caddesi’nin sonlarındaki yayınevine… Ayla Kutlu’ya ulaştırmaları için önüne bırakıyor kitapları Ahmet Küflü’nün…
Aradan iki yıldan fazla zaman geçiyor. Ayla Kutlu’dan ses seda yok…
Bir akşam yine telefon çalıyor.
Arayan Ayla Kutlu. Romanı bitirdi de onun için arıyor sanıyor Karakoyunlu...
Soruyor…
Aldığı yanıt şu:
“Yılmaz, beceremedim!''
Karakoyunlu çok üzülüyor. Morali öyle bozuluyor ki, bu durum karşısında eşi, “Ne duruyorsun, çık yukarı, sen yaz… Ben kahveni getiririm'' diyor.
Karakoyunlu çıkıyor yukarı. Daktilosunu açıp kâğıdı takıyor. Başlıyor tuşlara vurmaya…
“50-60 gün içinde romanı yazdım'' diyor.
Tape yanlışlarını düzeltmesi için bir arkadaşına veriyor.
O ise, Karakoyunlu’ya söylemeden yarışmaya, Yunus Nadi Ödülü Yarışması’na gönderiyor romanı.
Bir gün yine telefonu çalıyor. Açıyor ki, Yunus Nadi Yarışması’ndan arıyorlar. Ödül kazandığını bildiriyorlar. O şaşırıyor. “Ne kitabı?'' diye soruyor.
Anlaşılıyor sonra durum.
***
Yılmaz Karakoyunlu’yu, Vefa İstasyonu etkinliğinin 26’ncısında (İzmir’de Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde) dinledim. Hakkında yapılan konuşmaları, rübailerini, dahası, bestelediği şarkıları…
Orada yaptığı konuşmadır kaynağım.
Yazıya dönüşsün istedim.
Bu arada, yazımın sonunda bir haber de vereyim:
Karakoyunlu şimdi de Fikriye’yi yazmış. “Esmer Tarçın Dalları'' adıyla yakında buluşacak okurlarla…