Sokaklarında adaletin yankılanmasını isteyen bir toplumun en önemli göstergelerinden biri, hukukun herkese eşit şekilde uygulanmasıdır. Bu bağlamda, Afganistanlı bir maden işçisi olan Vezir Mohammad Nourtani’nin ölümüyle ilgili dava, sadece bir ceza yargılaması değil; aynı zamanda etik, vicdan ve insan hakları açısından da derin sorular doğuran bir toplumsal olay haline gelmiştir.

Vezir Mohammad Nourtani, ailesini geçindirebilmek amacıyla Afganistan’dan Türkiye’ye gelmiş, Zonguldak’ta ruhsatsız bir maden ocağında çalışmaya başlamıştır. Ancak bir gün kendisinden haber alınamaması üzerine başlatılan arama çalışmaları sonucunda, ormanlık bir alanda yanmış bir ceset bulundu. Yapılan otopsi sonucunda, cesedin Nourtani’ye ait olduğu ve ölümünün ardından yakıldığı ortaya çıktı.

İlk bulgular, Nourtani’nin kaçak bir madende çalıştırıldığı, çalışma koşullarının ağır olduğu ve ölümünün ardından cesedinin ortadan kaldırılmak istendiği yönündeydi. Bu durum, Türkiye’deki göçmen işçilerin koşulları, iş güvenliği, kaçak işçilik ve insan hakları gibi birçok konunun kamuoyunda tekrar tartışılmasına neden oldu.

Olayın ardından, maden ocağının sahipleri ve çalışanları hakkında dava açıldı. İddianamede, bazı sanıkların “kasten öldürme” suçunu işledikleri, bazılarının ise delilleri yok etmeye çalıştığı öne sürüldü. Davanın temel tartışma noktalarından biri, Nourtani’nin ölümünün bir kaza mı, yoksa kasıtlı bir eylem mi olduğuydu. Cesedin yanmış olması, ölüm sebebinin tam olarak belirlenmesini zorlaştırdı. Ayrıca cesette organ eksikliği olduğu yönünde şüpheler de kamuoyunda geniş yankı buldu.

Sanıkların savunmaları genellikle olayın bir “kaza” sonucu gerçekleştiği yönündeydi. Mahkemeye sunulan deliller, tanık beyanları ve adli raporlar incelendikten sonra mahkeme, sanıkların “kasten öldürme” suçunu işlediklerine dair kesin kanıt bulunmadığına hükmetti. Bu nedenle cezalar, “taksirle ölüme neden olma” ve “delil karartma” gibi daha hafif suçlamalar üzerinden verildi.

Mahkeme kararına göre, maden ocağının sahipleri 5 yıl 8 ay hapis cezası aldı. Cesedin yakılması olayında yer aldığı tespit edilen diğer kişiler ise 1 ila 4 yıl arasında değişen cezalarla yargılandı. Toplamda altı sanık hakkında çeşitli mahkûmiyet kararları verildi.

Ancak karar, Nourtani’nin ailesi başta olmak üzere kamuoyunda geniş tepkiyle karşılandı. Verilen cezalar, “hafif” ve “vicdanları rahatlatmayan” cezalar olarak değerlendirildi. Pek çok insan hakları savunucusu, olayın göçmen karşıtı ayrımcılıkla birleştiği görüşünü savunarak daha kapsamlı bir adalet beklentisi içinde olduklarını dile getirdi.

Ailenin avukatı kararı temyiz etti ve dosya bölge adliye mahkemesine taşındı. Temyiz başvurusunda, mahkemenin olay yerini yeterince araştırmadığı, cesedin yakılmasının bilerek ve planlı yapıldığı, delillerin kasıtlı şekilde karartıldığı ve organ eksikliği gibi unsurların görmezden gelindiği savunuldu.

Ayrıca, bilimsel raporlarda yer alan bulguların yeterince dikkate alınmadığı ve yargılamanın yalnızca mevcut ceza kanunu çerçevesinde değil, aynı zamanda etik ve insan onuruna saygı ilkesi doğrultusunda değerlendirilmesi gerektiği vurgulandı.

İstinaf mahkemesinin önümüzdeki aylarda davaya ilişkin yeni bir karar vermesi bekleniyor. Kararın bozulması durumunda yeniden yargılama gündeme gelebilir.

Bu dava, Türkiye’de göçmen işçilerin maruz kaldığı yapısal sorunları gün yüzüne çıkarmıştır. Kaçak çalıştırma, iş güvenliği önlemlerinin yokluğu, yasal denetim eksiklikleri ve göçmen emeğinin sömürülmesi gibi konular bir kez daha tartışmaya açılmıştır. Ayrıca, cesedin yakılması gibi son derece vahşi bir eylemin hukuken “delil karartma” suçu kapsamında değerlendirilmesi, adalet sisteminin sınırlarını da gündeme getirmiştir.

Hukuken bir suçun kastla mı, yoksa ihmalle mi işlendiği belirlenirken delillerin yeterliliği büyük önem taşır. Ancak bazı davalarda “vicdanın kanaati” de hukuki süreci etkileyebilecek güçte olur. Nourtani davasında, kamu vicdanı ile yargı kararları arasında ciddi bir boşluk oluşmuştur.