Irkçılık başlı başına bir suç ibaresi taşımasa da bu düşüncenin sesli bir şekilde ifadesi ve herhangi bir eyleme dönüşmesi nefret suçu adı altında suç teşkil etmektedir. Kısaca “… ırkı, rengi, etnik kökeni, dini, cinsiyeti, cinsel yönelimi, yaşı, fiziksel ve zihinsel engelleri” temelli hedef alınan insanlar ayrımcılığa sıkça rastlarlar, yani nefret suçu mağdurlarıdır.
Günlük hayatımızda sıklıkla bu konuya ilişkin söylemlerle karşılaşmaktayız. Peki bu farklı olana karşı duyduğumuz derin güvensizliğin temelinde ne yatıyor olabilir? Cevabı basit ve ilkel bir güdü aslında: korkularımız. Elbette bu konu hakkında pek çok araştırma olsa da en çok kabul edilen araştırma post- inşacı ögeler içeren “korku” yaklaşımıdır. Köklerini ilk insanlara kadar götürebiliriz. Örneğin eğer hayatınız boyunca sadece mavi gözlü insanları görmüşseniz yeşil gözlü birisi size başka bir tür gibi bile gelebilir. Yani umarım şimdi gelmiyordur çünkü yirmi birinci yüzyıldayız aman diyeyim ve devam edeyim. Mesela insanlığın ilk toplu kıyımlarından daha doğrusu soykırımlarından en çarpıcı olanı Homo Saphiens’lerin (yani akıllı, bilişsel insan; bizlerin ataları) yaptığını biliyor muydunuz? Mağaralardan çıkan kemik kalıntılarına göre materyalle yaralanma ve ölüm bulgusu toplu mezarlardan elde edilmiştir.
Bir diğer örnek “barbar” kelimesinin ta kendisi bile olabilir. Antik Yunan topluluğu ilk kez Persler ile karşılaştıklarında dillerini anlayamıyorlardı. Ne konuşurlarsa konuşsun Perslerin dedikleri barbarbar sesinden ibaretti onlar için. Bu sebeple ilk başta kültürü kültürümüze ve dili dilimize uyuşmayan insanlar için barbar denilse bile günümüzde anlam kayması yaşamış ve modern değerlere sahip olmayan insanlar için kullanılan negatif bir anlam taşımaya başlamıştır.
İşte bu farklılıklar en ilkel güdümüz olan korkuyu tetiklemektedir. Sadece ırk temelli de düşünmeyelim, ilk paragrafta geçen her bir başlığın kendi mağduru emin olun bulunmaktadır. Benim katıldığım düşünce ise elbette insanlık çıldırmış bir vaziyettedir ve herhangi bir anarşi ortamında hepimiz içimizdeki sonsuz kötüyü keşfederiz değil. Aksine bizi bu kötülüğe yönlendiren durumu analiz etmemiz gerekir: Kıt kaynaklar. İlkel bir güdüyle düşünelim, kısıtlı su imkanı olan bir bölgede yahut zaman diliminde yaşıyorsunuz ve sulak bir alan keşfettiniz. Oraya başka toplulukların gelmesini ister miydiniz? Muhtemelen hayır. Günümüzde bu durum ise kendini kiralanan evde bile gösterebilmektedir. Sadece kültür farklılıkları değil imkan eşitsizlikleri de insanları ırkçılık gibi negatif duygulara sürükleyebilir. Eğer kendi vatandaşımız, kendi ülkesinde kazandığı para birimi ile bu yarışta yer alıyorsa aradığımız şey eşitlik değil adalet kıstasıdır.
Bu açık fark vatandaşı mağdur etmekte ve negatif duygulara yol açmaktadır. Eğer gerçek anlamda yapıcı olmak isteyen yetkililer varsa şunu vurgulamakta fayda var: Bir sabah uyanıp haydi hep birlikte herkese karşı negatif duygular besleyelim, demedi insanımız. Vatandaşın mağduriyeti giderilmediği sürece ütopik liberal cümlelerle derin nefesler alarak çözebileceğimiz bir sorun değil karşı karşıya olduğumuz. Vatandaşın korkuları ve kıt kaynakları varsa eğer bu iki temel dürtünün insanımızı yönlendireceği nokta oldukça karamsardır. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise insanlara neden böyle hissetmemeleri gerektiğini anlatmaya çalışmak yerine böyle hissetmelerine neden olan faktörleri adalet ve güven ortamı içerisinde çözmektir.