Devlet ricalinin, siyasetçilerin, gazetecilerin, AKP ile zenginleşen zümrenin gözde mekanı sayılan Çukurambar gibi adım başı resmi polisin ya da özel güvenlik elemanlarının karşımıza çıktığı bir semtte güpegündüz bir insan öldürüldü. Katledilen, sıradan biri değil, hem doçent hem de siyasi bir kişiliğe sahip.

Sokakta açıktan infazların yapıldığı 90'ları ve 15 Haziran-1 Kasım 2015 sürecini hatırlatan saldırının kurbanı Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı ve MHP Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman'a 12 yıl boyunca danışmanlık yapmış Sinan Ateş... Katledilen MHP camiasından biri olunca herkes Devlet Bahçeli'nin kükremesini bekledi ama O, sustu. Ne başsağlığı ne kınama ne açıklama… Bahçeli de kurumsal bir yapı olarak MHP de adeta lal oldu.

Sinan Ateş'in genel başkanlığını yaptığı Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı'ndan da ses çıkmadı. MHP Bursa Milletvekili İsmet Ataman derin bir sükut içine girerken, uçan kuştan haberleri olduğunu söyleyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sessiz kalmayı yeğledi. O ki, herkesin güvenliğinden sorumlu bir bakandı ve başkentin göbeğinde bir cinayet işlenmişti. Soylu, açıklama yapmayacaktı da kim yapacaktı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise hiç oralı olmadı. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ağzını bıçak açmadı. MHP ve AKP cenahından hiç kimse cenazeye de katılmadı. Doğrusu, tuhaf, izahı zor bir durumdu.

Meğerse herkesin bildiği bir sır varmış. Marguez'in 'Kırmızı Pazartesi' romanındaki gibi cinayetin işleneceği malum imiş ve Sinan Ateş yakın çevresine 'benim kalemimi kırmışlar' diyormuş.

Sonra 'bir şey' oldu. Ülkücü camiada infial başladı. Sinan Ateş'in öldürülmesi kadar hem suikastla ilgili resmi bir açıklama gelmemesi hem de MHP camiasının başsağlığı dilememesi bir travma yarattı. Tepki o kadar büyüktü ki, cinayetin işlendiği günden beri farklı başlıklar altında, sosyal medyada hep gündem oldu. Ülkücü camia Sinan Ateş'e adeta efsanevi bir kimlik kazandırdı; derken; tıpkı 1996'da bir trafik kazasıyla devlet-mafya-siyaset üçgeninin deşifre olması gibi cinayete dair bilgiler ortalığa döküldü. Ama ne dökülme… Neredeyse cinayetin bütün aşamaları herkes tarafından bilinir oldu. Yine çok garip ve alışık olduğumuz üzere iktidar, dosyaya herhangi bir gizlilik kararı getirmedi.

Şu ana kadar kamuoyuna yansıyanlar dehşet verici ve Susurluk'tan da ötesi…

Sinan Ateş suikastında tetikçi olduğu gerekçesiyle aranan Eray Özyağcı'yı MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz'un evinde sakladığını, bu vekilin eve gelen polislere aranan şahsı vermediğini ve polise 'Siz gidin efendiniz gelsin' diyerek direndiğini; polisin ısrarı üzerine gözaltı işlemi gerçekleştirilen zanlının Savcılıkta serbest bırakıldığını; tetikçiyle beraber Ankara'ya gelen Doğukan Çep'in, İstanbul'dan Ankara'ya gidecek aracı ayarladığını ve dahası yanlarında iki özel harekat polisinin bulunduğunu, trafik kontrolünde bu iki polisin kimlik göstermek suretiyle rahatça yoluna devam ettiğini öğrendik. Oysa Doğukan Çep, 2013 yılında İstanbul Gülsuyu Mahallesi'nde uyuşturucuya karşı mücadele veren grubun üzerine ateş açıp Hasan Ferit Gedik'in öldürülmesi suçundan dolayı yargılanıp 35 yıl ceza alan ve aranan bir şahıs. Aranırken Suriye'deki Türkmen Dağı bölgesine giderek milliyetçi gruplarla birlikte Suriye yönetimine ve YPG'ye karşı savaşıyor. Gelin görün ki, polis, yakalayıp adalete teslim etmesi gereken hükümlüye eskortluk yapıyor. MHP'nin İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi Ufuk Köktürk ise Doğukan Çep'e, suikast öncesinde 97 bin TL para gönderiyor. Köktürk de bir lise öğrencisinin katledilmesinden dolayı 20 yıl hapis cezası almış ama tutuklanmıyor.

Peki, bu bilgiler, her türlü karartmanın yapıldığı Türkiye'de ortalığa nasıl saçıldı? Çünkü uzun zamandır, soruşturma dosyalarına anında gizlilik kararı verilmesine alışmıştık. Oysa bu dosyanın içeriği birkaç gün içinde öğrenildi. Gazeteci Tolga Şardan, bir yazısında Ankara Emniyet Müdürü'nün Soylu ile MHP arasında köprü olduğunu ama aynı zamanda Sinan Ateş'i de çok sevdiğini, hatta onunla sabah yürüyüşleri yapacak kadar samimi olduğunu yazıyor.

Anlamı şu:

İktidar ortaklığının MHP kadrolarına bürokratik kademelerde kazandırdığı bir nüfuz var ve polis teşkilatında ülkücülerin kendilerine çok fazla alan açtıkları malum. Yoğun kadrolaşma polis teşkilatının aşırı düzeyde siyasallaşması anlamına geliyor ki, tarafsız ve adil olması gereken bir güvenlik bürokrasisi için ideolojik tek tipleştirme her durumda tehlikeli. Emniyet teşkilatı ile bir partinin bu denli iç içe geçmesi nedeniyle, ülkücü hareket içinde yaşanan çatışmalar devlet içindeki uzantılara da yansıyabiliyor. Dolayısıyla bir grup soruşturmayı sonuçlandırmak isterken diğeri engelleme yoluna gidebilir. Selçuk Özdağ, Yavuz Selim Demirağ, Buğra Kavuncu gibi isimlere yapılan saldırıların kamuoyu vicdanını tatmin edecek biçimde sonuçlandırılmaması bu tarafgirliğin ifadesi. Daha önce ülkücü şiddete maruz kalanlar, genellikle Cumhur İttifakı'nın muhalifleriydi; şimdi öldürülen bir MHP'li olunca iş başka bir boyuta taşındı tabi ki.