Şair Ahmed Arif'in 'Adiloş Bebe'ye yazdığı şiirin yazılışının üzerinden üç çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti. O şiirin şu bölümünü hiç unutamam, ömrümce yoldaş olmuştur bana:
'Hamravat suyu dondu, / Diclede dört parmak buz, / Biz kuyudan işliyoruz kaba – kacağa, / Çayı kardan demliyoruz. / Anam sır gibi saklar siyatiğini, / 'Yel' der, 'Baharın geçer'. / Bacım, iki canlı, ağır, / Güzel kızdır, bilirsin. / İlki bu, bir yandan saklı utanır / Ve bir yandan korkar / Ölürüm deyi. / Bir can daha çoğalacağız bu kış. / Bebeğim, neremde saklayım seni? / Hoş gelir, / Safa gelir, / Ahmed Arif'in yeğeni…'
'Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi' başlığını taşıyan şiirin bu üçüncü bölümü hiç silinmez belleğimden. Bir de Cem Karaca tarafından bestelenip o unutulmaz 'Yoksulluk Kader Olamaz' albümünde (1977) yer alan şarkıdaki dördüncü bölümü:
'Doğdun, / Üç gün aç tuttuk / Üç gün meme vermedik sana / Adiloş Bebem, / Hasta düşmeyesin diye, / Töremiz böyle diye, / Saldır şimdi memeye, / Saldır da büyü… // Bunlar, / Engerekler ve çıyanlardır, / Bunlar / Aşımıza, ekmeğimize / Göz koyanlardır, / Tanı bunları / Tanı da büyü…'
***
Bazı insanlarla ilk tanışma anları hiç unutulmaz. Çünkü önem verdiğiniz insanlardır onlar. Tomris Uyar, o ilk tanışma anlarını ne güzel yazmıştı! Kıskandığım yazılardır… Varlık Dergisi'nde okurdum… Heyecanla… Kitaplaştırdı da sonra, 'Tanışma Günleri / Anları' (Can Yayınları, 2000) adıyla…
Bazı şiirlerle, kitaplarla ilk karşılaşma anları da unutulmaz, insanlar gibi…
Bir bölümünü şarkı olarak dinlediğim bu şiirin tamamını okuduğum yeri de hiç unutmam. Sonradan bir saldırıda (27 Mayıs 1978) içindeki insanlarla birlikte yakılmak istenen bir lokalin okuma odasıydı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) Demirci (Manisa) İlçe Lokali.
Hiç silinmez o an belleğimden de… Şiire döneyim…
'Tanı da büyü' diyor ya şair!
Tanıdık da mı büyüdük?
Öyle olmadığı yaşadığımız karanlıktan belli!
Engerekler ve çıyanlar, aşımıza ekmeğimize daha da delice saldırmış durumda… Üç çeyrek yüzyıl sonra 'Değişen bir şey yok!' demek bile doğru değil! Değişen bir şey var… Engerekler daha güçlü… Çıyanlar daha…
Oysa Ahmed Arif'in dizelerindeki gibi onları tanıyarak büyüseydi bebekler, böyle olmayacaktı.
Olamayacaktı!
***
Kimler o engerekler?
Bilirsiniz engerek, zehirli bir yılan türü… Üçgen başlı, kara renkli… Taşlık ve güneş gören yerlerde yaşayan…
Çıyan mı?
Hep yılanla birlikte anıldığı için (Mahzuni de, o 'Erim erim eriyesin' türküsünde 'Yesin seni yılan çıyan' demez mi?) onu da bir yılan türü sanırız. Değil! Bir böcek o! Çok ayaklılardan bir böcek. Ama engerekle ortak bir yanı var:
Zehirli.
***
Şairin neye, kimlere gönderme yaptığı belli!
Yoksulluğun ve geri kalmışlığın en acı halini o şiirin dizelerinde okura yansıtan Ahmed Arif ('Yansıtan' sözcüğü yetmez de…), o yoksulluğa, o hüzne neden olan, oradan beslenen, büyüyen, kendi görkemli şatosunu kuranları; o şato hep görkemli kalsın diye insanlara zehir kusanları, bu zehri yaymak için çıyanlar yaratanları… Onları işaret ediyor… 'Tanı bunları!' diyor yeğenine… Bizlere, herkese…
Tanıdık mı?
***
Bu yazı burada biter.
Oysa ben, Ankara'nın Rüzgarlı Sokağı'nın gerçekten 'rüzgarlı' olduğu zamanlarda, o rüzgarın emekçilerinden olan Ahmed Arif'in Dinar'da (Afyon) Şairler Yaprağı Dergisi'ni çıkaran Nedret Gürcan'la yazışmalarından söz etmek istiyordum. Ve Ankara'daki görüşmelerinden…
Engerekleri ve çıyanları tanımadığımızı, hala tanımadığımızı düşününce, böyle oldu!