5 Kasım, eski başbakanlardan, CHP’nin üçüncü genel başkanı Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümü idi. CHP’nin toplumsal tabanını genişleten ve sosyal demokrat çizgiye taşıyan Ecevit, bir zamanların efsane ismi idi. Kasketi ile sembolleşmişti ve Karaoğlan adı dağa taşa yazılıyordu. Her mitinginde uçurduğu güvercinleri ile barış vaat ederken işçisinden memuruna, çiftçisinden öğrencisine herkese güzel yarınlar vaat ediyordu. Onun siyasal tarihimizde bir çivi çakılan sloganlarından biri “toprak işleyenin, su kullananın” sloganıydı ve bu sloganla inleyen meydanlar onu iktidara taşımıştı.

1970’li yıllarda ülke giydiği gömleğin renginden hareketle “Ecevit mavisi”ne bürünmüştü. O kadar kitabi cümleler kuruyor ve öyle öz Türkçe sözcükler kullanıyordu ki, “Ecevit Türkçesi” diye bir deyim bile ortaya çıkmıştı. “Ecevit kütüphanesi” meşhurdu. Küçük bir bahçe katı dairenin bölmelerini kitap rafları oluştururdu. Okurdu, yazardı, şairdi.

Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte mütevazı, sade bir hayat sürerdi.

Hazırladığım bir araştırmayla ilgili yaptığımız bir söyleşi Oran’daki küçük dairesinde gerçekleşmişti. Evin sadeliği ama o dillere destan olmuş kütüphanesi sözcüklerle anlatılacak gibi değildi. Ne şatafat, ne konfor, ne bir abartı ve gösteriş göze çarpıyordu. Orta sınıftan ortalama birinin evi bile Ecevit’in bahçe katı dairesinden daha lüks görünürdü.

Ama Ankara’nın gazetecileri onun en çok da zarifliğine hayran kalırdı. Yaptığı basın toplantılarında salona girerken bütün gazetecilere tek tek hoş geldiniz deyip ellerini sıkardı.

Ne üstenci bir dili ne de tepeden bakışı vardı.

Ecevit’in ideolojisini, 12 Eylül öncesindeki ve sonrasındaki tavrını tartışma konusu yapacak değilim. Onun siyasal tarihimizdeki yerini, ideolojisini, genel başkanlığı dönemindeki CHP’yi ve 12 Eylül sonrasında kurduğu DSP’yi analiz edecek çok sayıda çalışma var ve bundan sonra da olacaktır. Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, siyasetteki kaybettiğimiz nezaket dilini, ölüm yıldönümü vesilesiyle hatırlamış olmamdır.
Siyasal İslamcıların iktidara gelmesine kadar liderlerde asgari bir nezaket dili vardı.

Onların ağzından “ananı da al git”, “Sen de kimsin”, “sürtük”, “cibilliyetsiz”, “terbiyesiz”, “kadın mı kız mı bilemem”, “Af edersin Ermeni”, “Zerdüşt bunlar” gibi sözler duyulmazdı. Birbirlerini eleştirirlerdi ama nezaket ortamı içerisinde bu eleştiriler demokrasinin gereği sayılırdı.

Espri vardı, mizah gırla idi. Tiyatro sanatçılarının en fazla taklit ettiği tipler liderlerdi. Ne yüzlerce araçlık konvoyları olurdu ne ulaşılmaz halleri. Şimdi siyasal iklim vasatlaştı, bayağılaştı, küfür, hakaret, tehdit ortalığı kapladı ve çok normalleşti. Bunun cezası olmadığı gibi toplum tarafından yadırganmıyor bile…


Hatırlarım; Cumhurbaşkanları, bakanlar, Atatürk Bulvarı’nda seyrederken, havaalanına gelip giderken trafikteki normal akış sadece birkaç dakikalığına kesilirdi. Öyle dakikalarca süren konvoy geçişi olmazdı. SHP lideri Erdal İnönü’nün geçişini kimse hissetmezdi bile. Sadece birkaç dakikalık o kesinti bile bizlerin tepkisine yol açardı. Kızılay’daki Başbakanlık binası sıradan vatandaşların bile rahatça girip çıkabildiği bir binaydı. Öyle ki, 2001 krizinde hükümete öfkeli esnaf, yazar kasayı Başbakan Ecevit’in geldiği sırada önüne atabildi.


Ecevit’in hemen önüne yazar kasa fırlatacak kadar esnaf, bugün değil bu eylemi gerçekleştirmek sıradan bir yurttaş olarak o sokaktan geçemiyor. Sadece o sokakdeğil, o sokağa açılan bütün sokaklar da panzerler, bariyerlerle kapalı…
TBMM’ye girmek mucize gibi…Değil bakanlar, valilere bile birkaç kontrol noktasından sonra ulaşılıyor.


Beştepe’deki başkanlık külliyesi ise sanki Kaf dağının ardında…
Ecevit’in ölüm, AKP’nin ise iktidara geldiği tarihlerin yıldönümünde insan demokrasi, hak ve özgürlüklerin iyileştirilmesini beklerken ne kadar geriye gittiğini hatırlıyor.


Kahrolmamak mümkün değil.