Bir okul düşünün  her yıl bir ÖĞRENCİ BAŞKANLIĞI seçimi yapılırdı . O okulun adı ‘‘Kabataş Erkek Lisesi’’dir Öğretmen dostum Osman Nuri Poyrazoğlu :bana , ‘‘nasıl oldu da bir kasabadan kalkıp İstanbul’un en ünlü liselerinden birine, Kabataş Erkek Lisesi’ne okumaya gittiğimi sordu. Yanıtım şöyle oldu::“Halimiz vaktimiz yerindeydi. yatılı olarak okumaya elverişliydi. Bir de elimizden tutan, bizim kasabalı Hilmi İncircioğlu adında bir tüccar vardı İstanbul’da. Devrek’e ilk kamyonu, radyoyu, konfeksiyonu getiren adamdı. 1955‘de İstanbul’a göçmüştü. İstanbul Karaköy’de ticaretle uğraşırdı.Varlıklı bir ailenin kızıyla evliydi. Akıllı adamdı. Yardım etmeyi severdi. Eski Devrek Kaymakamı Nihat Alp’in  de önerisiyle beni Kabataş Lisesi’ne kaydettirdi. Bende ‘istikbal’ görüyorlarmış. Ne var ki babam istemiyordu. Benim ilahiyatçı olmamı bekliyordu .Bizim kasabada gazete bayisi olan öğretmen emeklisi Fuat Can, babamı zorladı. Böylece Kabataş Lisesi’nde okuma olanağı buldum.

***

Ben okulda  “Baba Behçet” dedikleri Öğretmen-Şair Behçet Necatigil’in öğrencisi olma mutluluğuna erenlerden biriyim. “Bugün yazar takımı arasında adım geçiyorsa bunu Necatigil’e borçluyum. Beni hep özendirdi.Bana yeni çıkan kitapları önerirdi. Belli ki bende bir cevher görmüştü…”

Zonguldak’ta da öğretmenlik yapmış olan Necatigil, sınıfta  bana hep “Zonguldaklı” diye  seslenirdi.. Bir gün derste kendisine , yeni çıkan “Arada” adındaki kitabını imzalatmak istedim.. Behçet Hoca, “Ne yapacaksın imzayı? Genç adam ileriye bakar, geriye  bakmaz.”diyerek  kitaba  şu esprili sözleri yazmıştı: “Kademoğlu’na arada bir lazım, ama ne?’’

***

Hocam  Necatigil’le ilgili anlatacağım pek çok anım var. İşte onlardan birkaçı:“Bir gün Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Aksaray’daki ‘Betik Kitabevi’ne gittim. Yazdığım şiirleri Dağlarca’ya gösterdim.Bu arada Necatigil’in öğrencisi olduğumu  da söyledim. Ondan mı gıcık aldı, bilmem; ‘‘Koy onları çantana. Şiir kim,sen kim, işine bak.’’ dedi. Bu sözü beni yaraladı. O günden sonra şiirle, edebiyatla uğraşmadım pek. Bu yüzden hiç sevmem  Dağlarca’yı…   ***

“Bir gün derste Behçet Hoca, köy romanları incelenirken Mahmut Makal’ın kitabından söz etti, ilk kitabı, ‘‘Bizim Köy’dür. Alıp okuyun.’’ dedi. Mahmut MakaI adını ilk kez o yıllarda duydum. Makal’la yıllar sonra, 1990’da tanıştık.Bana ‘Herkesin dostu Anton’ adını taktı.. Behçet Hoca, lise bitirme sınavları için öğrencilere değişik kompozisyon ödevleri verirdi. Bana  da o günlerde yayımlanan M. Sunullah Arısoy’un “Karapürçek”adlı romanını okumamı salık vermişti.

Daha sonraki yıllarda M. Sunullah Arısoy’la mektuplaşmış, telefonlaşmıştım. Ölümünden beş altı ay önce yaptığımız bir telefon konuşmasında Arısoy, Kuşadası’ndaki evinde yerinin darlığından,,yazdıklarının gönlünce bir arşivini yapamadığından, neyin nerede olduğunu bilemediğinden yakınmıştı uzun uzun…

 ***

Kabataş Lisesi’nin Öğretmenleri’ne gelince: “Son sınıftayız. Bitirme sınavlarındayız. Ders fizik. O zaman sınavlara başka okullardan da ayırtmanlar (mümeyyizler) gelirdi. Aylardan haziran; ama ben takım elbise,kravat, kolalı gömlek falan filan, girdim sınava. Galatasaray Lisesi’nden gelen bir öğretmen, “Ben bu öğrencinin kıyafetine 10 veriyorum.” dedi. Öğretmenler gülüştüler, ben utandım.” Ama sınavı  da geçtim.Edebiyat bölümünde . beni çok seven öğretmenlerim de vardı. Örneğin, Fransızca öğretmeni İsmet Aksu, Safinaz Şarman, Biyoloji öğretmeni Zeliha Bali...”

  ***

Niye mi  bunları anlattım?;Önceki yazılarımda , hatırlayın hep “Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in kazanımlarından biriydi ve özgün Türk buluşuydu. Ama yaşatılamadılar’’.Bu enstitüler neden kuruldu sorusunu cevaplamak için o dönemin şartlarına bakmak yeterlidir:

    ***

Öğretmen dostum yine sordu:anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki “Kabataş’ın altın devrini yaşamışsınız ağam.” diye takıldı,.Üniversite yıllarımı  da  (1956-1966)  içine katarak, “Hayır, salt Kabataş Lisesi’nin değil, İstanbul’un altın devrini  de yaşadık hoca.”dedim. Osmanlı’nın süreği bir zihniyet hâlâ hükmünü sürdürmektedir. Çağdaşlık kitaplarda, sözde ve yasalarda kalmıştır:Bütün yolların Roma’ya çıkması gibi; Türkiye’de her şeyin başı dindarlık adına din sömürüsü ve inançlı müslümanların inançlarına saygısız bir üslupla, dayatmalarla  sürdürülmektedir.

   ***

Atatürk bize iki mirası bıraktı: Biri maddi , diğeri  manevi .Manevi miras için şöyle demişti  “ Bilim ve akıl.” Aklın aydınlığıyla çağdaş uygarlık düzeyine böyle ulaşabileceğimizi de buyurmuştu. Gelmiş geçmiş bütün iktidarlar, çeşitli siyasi hesaplarla, ideolojik kaygılarla bunu ne yazık ki sağlayamadılar.21 yılda yaz boz tahtasına dönen bir eğitim sistemi var.14 Mayıs seçiminde  meclise giren milletvekillerinin eğitimi ulusallığa değil dinselliğe dönüştüreceği  kesinleşmiştir.Hepimizin suçu var bunda…