Bir çocuk dünyaya geldiğinde, “büyükleri''nce o daha yaşamda yokken atılmış hangi adımların, alınmış hangi kararların yaşamını etkileyeceğini bilmez.
1952 yılında, “Dünyanın en geri kalmış kasabası'' diye nitelenen Hafik’te (Sıvas) yaşama “Merhaba!'' diyen bir çocuk, o büyürken Ankara’ya bir şeker fabrikası kurulması için verilen kararlarla ilgili değildir elbette.
Ama bu kararlar alınır, etütler yapılır, girişime soyunulur ve fabrika yapılır.
Ankara Şeker Fabrikası, ülkemizin 16. şeker fabrikası olarak 1962’de hizmete girer.
Hafik’te doğan çocuğun annesi Ayşe Bacı, fabrika çalışanlarından birisi olur.
1959’da eşinin sağlık sorunları nedeniyle Hafik’ten (Sıvas) Ankara’ya göçmüş, Sincan’a yerleşemişlerdir çünkü.
Eş hasta olduğu için çalışmak zorundadır. Şeker fabrikasında iş bulur. Başlar çalışmaya…
Tek maaşıyla yedi çocuğa bakan emekçi bir kadın…
Ayşe Bacı.
Lise son sınıfta okuyan oğlu şiir yazmaktadır.
Dahası, Ankara’da çıkan Defne Dergisi’nde ilk şiiri (1970) yayımlanır.
Ayşe Bacı, fabrika doktorunun şair olduğunu öğrenir.
Cemal Süreya’nın, “tıpkı Dedem Korkut gibi boy boyluyor, soy soyluyor'' dediği Ceyhun Baba’dır bu…
Ceyhun Atuf Kansu’dur…
Bir gün ona, “Benim oğlum da şiir yazıyor'' deyiverir.
Kansu da der ki:
“Ayşe Bacı, çocuğun hastalanmasını bekleme, getir de tanışalım.''
Ayşe Bacı her ne kadar oğluna iletse de bu konuşmayı, oğul bir türlü cesaret edip de gitmemiştir tanışmaya…
***
O çocuk, Abdülkadir Budak.
İlk ve ortaokulu Ankara’da okuyor…
Sincan Lisesi mezunu.
İlk şiiri “Kırık Dallar'', Defne Dergisi’nde (Mayıs 1970) yayımlandığında henüz lise son sınıf öğrencisi.
Sonra, memuriyet yaşamı nedeniyle yeniden uzaklaşıyor Ankara’dan… Kayseri ve Malatya’da geçen uzun yılların ardından emekli olunca yine Ankara’ya gelip yerleşiyor.
Hem de, lisesinden mezun olduğu ilçeye. Sincan’a…
Kayseri’deyken arkadaşlarıyla birlikte Ozanca ve Hakimiyet Sanat dergilerini çıkaran Budak, Ankara’da ise Şiir Odası Dergisi’nde yine dergiciliğe bulaşmıştı. Şimdilerde de, Sincan’da, “Sincan İstasyonu’nu çıkarıyor.
***
Budak, Sincan’da ilkokul öğrenimine başladığında, baba hasta.
Annenin aldığı maaşla kıt kanaat da olsa geçinip gidiyorlar işte…
Baba ise bu durumdan rahatsız. “Karısının eline bakar hale gelmek'' ağırına gidiyor. Üzüyor çevresini.
Bundandır, küçük Abdülkadir’in yıldızı hiç barışmıyor babasıyla…
Zaten o ortaokul ikideyken ölüyor baba.
Budak, 1989’da annesini yitirince ise “Hayatta Ben En Çok Annemi Sevdim'' şiirini yazıyor, Can Yücel’in o güzelim şiirine (“Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim'') nazire olarak…
“Ona göre baştan beri iflâh olmaz biriydim / Babam korkuydu bana, annem yürek serinliği / En sevdiği oğluydum -bana hep öyle gelirdi- / Uzun avcı öykülerini ilk ondan dinlemiştim / Hayatta ben en çok annemi sevdim''.
“Sözümona büyümüştüm, ekmek getirirdim eve / Annem öldü, düşüyorum, koptu salıncağın ipi / Anahtarsız bir kilide benzediğim doğru şimdi / Saçlarına tırmanırdım tutunup yıldızlara / Kokusu kalmıştır diye kapandım odalara''.
“Kıyamazdı bilirdim şiirler yazan oğluna / Sevgilim terkedince benden fazla ağlardı / İstiridyeydi annem, içinden inci çıkardı / Hergün daha da büyüyor yüreğimdeki yırtık / Annemi anılarda bile bulamıyorum artık''.
“Babamın hemen ardından gitmesi gerekmezdi / Evinin badanasını yarım bırakıp erkenden / O gün bugündür bana gülden önce gelir diken / Dedim ya anahtarını yitirmiş bir kilidim / Hayatta ben en çok annemi sevdim''.
***
Yarın anneler günü…
Mavi sesli annelerinizle şiir olun!
__________________
Kaynak: Abdülkadir Budak, “Ya Şiir Olmasaydı'', İkinci Basım: Yazılı Kağıt Yayınları, Ocak 2018, Ankara.