Son yazımızda Türk milliyetçiliğinin cumhuriyet dönemindeki gelişimi üzerinde önemli bir etkisi olan Yusuf Akçura'nın düşüncelerini aktarmış ve onun milliyetçiliğin gelişmesi için feodal ve yarı feodal ilişkilerin tasfiye edilmesi konusundaki düşüncelerini hatırlatmıştık...
Akçura'nın bu düşüncelerinin doğal bir sonucu da laiklik konusuna verdiği önemdir...
Onun laikliği savunmasının temelinde, bazılarının iddia ettiği gibi dine karşı olması değil, bir ulusun fertlerinin hangi dinsel inançta olurlarsa olsunlar yasalar karşısında eşit vatandaş olarak kabul edilmesi zorunluluğu yatmaktadır... O, iradesini ortaçağa özgü dinsel örgütlenmelere, hocalara, şeyhlere tabi kılan insanlarla, özgür vatandaşlar topluluğu oluşturulamayacağı gerçeğinden yola çıkmış ve milliyetçi bir bakış açısından laikliği savunmuştur... 1921 yılında TBMM'de yapılan bir gizli celsede 'Bütün dinler ve mezheplere hürmetim vardır. Kimseyi Şiiyet, Sünniyet diye tenkit edecek değilim' dedikten sonra dinsel inancı kişinin akıl ve vicdanına havale ederken, hangi inanca mensup olursa olsun tüm vatandaşların devlet ve hukuk nazarında eşit olması gerekliliğine vurgu yapmıştır.
***
Akçura, ırkçılık konusunda da doğru bir tutum takınarak, ırk meselesini millet kavramıyla karıştırmamış, Birinci Türk Tarih Kongresi'nde yaptığı konuşmada, 'Avrupalıların tahakküm gayesini istihdaf ederek (amaçlayarak) ortaya attıkları ırk nazariyesinin ilmi bir kıymeti yoktur' dedikten sonra şunları söylemiştir:
'Biz, bütün dünyada yaşayan insanları Avrupalılar gibi ve onlar derecesinde hukuka haiz adam evlatları olarak telakki ediyoruz; Avrupalıları doyurmak ve semirtmek için halk olunmuş (yaratılmış) bir nevi hayvan sürüleri gibi değil.'
Akçura'nın bu düşünceleri, yönettiği Türk Tarih Kurumu ve İstanbul Üniversitesi Tarih bölümü bünyesinde yapılan çalışmalara da yıllarca yol göstermiştir.
***
Bu düşünceler, Cumhuriyetin kuruluş döneminde uygulamaya konulsa da ilerleyen yıllarda Avrupa'da faşist ideolojilerin güç kazanması, ABD'nin ve 'Batı dünyasının' demokrat ve anti-emperyalist yönler taşıyan bu tür milliyetçilikten rahatsız olması gibi nedenlerden ötürü yerini farklı milliyetçilik anlayışlarına bırakmıştır...
Böylece 1940'lı yıllarda ırkçı milliyetçiliğin güçlenmesi, 1950'li yıllarda ABD tarafından empoze edilen 'Türk-İslam sentezi' adı verilen bir ideolojinin teşvik edilmesi gibi olaylar yaşanmıştır...
Bu değişimler sonucunda Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki anti-feodal, demokrat ve halkçı milliyetçilik anlayışı yerini adım adım Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın, 'kasaba milliyetçiliği' dediği olguya bırakmıştır.
***
1960'lı yıllarda bu değişime karşı Cumhuriyet dönemi milliyetçiliğinin anti-emperyalist, laik, demokratik ve halkçı yönlerine sahip çıkan 'solcu' bir milliyetçilik anlayışı gelişmiştir...
Ne var ki, 12 Mart döneminde bu anlayışı savunan akımlar ve siyasetçiler büyük baskılara maruz kalmışlardır... Bu baskıları yapanların 'Atatürkçülük' kisvesi altında hareket etmeleri meseleyi daha karmaşık hale getirmiş, 12 Eylül döneminde askeri cuntanın yine 'Atatürkçülük' adına estirdiği terörden sonra ise 'ulusalcılık/milliyetçilik' gibi kavramlar sol akımların büyük bölümü tarafından 'afaroz' edilmiştir!..
1980'li yıllarda sol akımların kapitalizm içinde gelişen yeni 'küresel' eğilimleri doğru analiz edememeleri, eski 'sosyalist' ülkelerin tamamına yakınının 'neo-liberal' akıma kapılarak rejimlerini tasfiye etmeleri, sol örgütlerin büyük bölümünün yaşanan bu büyük değişimler karşısında ABD tarafından teşvik edilen etnik azınlık milliyetçiliğine meyletmeleri gibi faktörler de demokrat ve anti-emperyalist milliyetçi/ulusalcı eğilimlerin zayıflamasında rol oynamıştır...
Sonuçta, Türk milliyetçiliği uzun bir süre boyunca sağcı akımların tekelinde kalmıştır.
***
1980'li yıllardan itibaren siyaset sahnesine egemen olan ve neo-liberal ekonomi ilkelerini uygulayan 'Türk-İslam sentezi' savunucusu akımlar günümüzde hem siyasal hem de ekonomik alanda kendi krizlerini yaşamaktadır...
Neredeyse 40 yıllık bir süre sonrasında 2020'li yıllarda anti-emperyalist ve demokratik ulusalcı akımların yeniden güçlenmesi için ortam bir kez daha uygun hale gelmektedir...
Ancak bu ortamı değerlendirebilecek siyasal aktörler henüz ortada görünmemektedir.