Dünyamızda en kolay anlaşabileceğiniz kişilerdir çocuklar… Bir gülümseme yetiverir… Çünkü kirlenmemişlerdir henüz…

Gülümsersiniz…

O da gülümser…

Bakakalır size…

Elinden tutan annesi ise çekiştirir onu…

O, kirlenmiş dünyanın ayrımındadır çünkü…

Gülümsemenin içtenliği konusunda kuşkuludur hep!

Keşke bu kuşkuların oluşmadığı, herkesin çocuk kaldığı bir dünyada yaşasak dersiniz, boş bir hayal içinde…

***

Behçet Necatigil'in 'Çocuklar' şiirini bilir misiniz?

'Çarşılarda birşey / Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı // Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar / Hep de tenha saatleri seçerler / Sonra yavaş bir sesle / Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor / Biraz et biraz meyve isterler // Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona / Kaşıklarla beraber büyük bir üzüntü / Uykularda bile bitiyorsa / Yağların şekerlerin çayların / Annelere düşündürdüğü // İnsanlara, tezgahlara, kağıtlara kolaydı / Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı'.

***

Ah, ne çok şey söyler bu şiir!

Alttan alta, usulca, ustaca…

Yoksulluğu… Yoksul ailelerde yaşanan iç burkucu yalnızlığı, ezikliği…

Tenha zamanlarda kasaba, manava yaklaşan yoksul kadınları… Biraz et, biraz meyve isteyişlerini… Kendileri değil, çocuları için…

Reçeli seviyordur çocuk. Saklanır. Yalnız onun içindir o! Dokunulmaz. Çocuğun kahvaltısına bile iki günde bir konur. Çabuk bitmesin diye… Yağlar, şekerler, çaylar, uykularda bile bitiyordur çünkü…

Şiirin tanıklık ettiği toplumsal gerçeklik, o hiç değişmeyen, hep olan toplumsal gerçeklik içinde, bütün yoksul anneler, bütün yoksul babalar adına, onların yürek sızılarıyla bitirmez mi şiirini şair?

'Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı'.

***

Necatigil'in bu yüreği sarsan dizesinin ardından, 'Ölüm ve Çocuk' adlı bir başka şiir (*) geldi usuma…

'İşte o çocuk gözleri eskiden ışıklı / Elleri sıcak / Bir yerlerde yıkılan kişiler / Sevgimiz didinmelerimiz kaygımız / Herşeyler o çocuk üstüne / Şimdi bir yerlerde yaşamamız bölünmüş / Ellerimiz boş // Önce kendi küçük savaşlarımız / Sonra büyük savaşlar / Savaşlar savaşlar ortasında / Sonra bir çocuk / İşte o çocuk gözleri eskiden ışıklı / Elleri sıcak / Ölüm yaraşmaz çocuklara / Savaşımız en çok onlar için // Bana çocuk gözlerini verin çok şey yaparım / Bana onların ellerini / İşte o çocuk gözleri eskiden ışıklı / Elleri sıcak / Şimdi yaşamımızda birşeyler eksiliyor / Birşeyler / Koptu / Kopacak'

***

Şair, daha 1960'lı yıllarda yazmış bu şiiri. Ve 'Bana çocuk gözlerini verin' diyor, 'çok şey yaparım'.

Ve o çok şey yapılacak çocuk gözleri, cansız bir bedenin ışıksız gözlerine dönüşüyor…

Durmadan…

Durmadan…

***

Eylül'ün (Ki, ne güzel addır bu! Yaşamımızı örseleyen 12 Eylül Faşizmi'ne rağmen…) cansız bedeni bulundu bir elektrik direğinin dibinde. Polatlı'da… Sekiz yaşında henüz… 22 Haziran'da kaybolmuştu.

Ankara Valisi'nin açıklamasına göre, aileler arasında bir gerginlik de yokmuş. 'Cinsel istismar' da yokmuş ilk belirlemelere göre.

Eeeee?

Katilin 'kişilik bozukluğu' olabilirmiş!

***

Ya günlerdir aranan Leyla…

Henüz 3.5 yaşındaki Leyla…

Kayıptı.

Aranıyordu.

Vidanjörlerle suları boşaltılıp kuyulara bakıldı. Virane olarak kendi yalnızlığını yaşayan uğraksız evler arandı bir bir… Derken, kayboluşunun on sekizinci gününde bulundu. Dedesinin köyünde. Bir dere yatağına yakın bir yere bırakılmış olarak… Cansız bir beden olarak…

***

'Eskiden ışıklı gözleri' vardı Eylül'ün de, Leyla'nın da…

Ve o gözlerle, yepyeni, güpgüzel bir dünya kurulabilirdi…

Kim, niçin 'cansız bir beden'e yakıştırıyor o gözleri?

Kimler, nasıl harç koydu güzelim coğrafyamızı, 'çocuk katili' bir coğrafyaya dönüştürmek için?

__________________

(*) Ülkü Uluırmak, 'Küçük Şeyler', Memleket Yayınları, Birinci Baskı: Mayıs 1968, Ankara.