Eskilerde, 1930'lu yıllarda kalmış bir 'ilk aşk' öyküsü anlatacağım sizlere.

Hüzünlü bir 'ilk aşk' öyküsü.

İki ortaokul öğrencisi arasında yaşanan…

***

Harşıt Çayı'nın (Gümüşhane) böldüğü iki mahalle.

Bir yanda Avukat Hikmet Bey'in konağı, karşı mahallede Ali Bey'in 'sıraevler'i…

Geceleri Hikmet Bey'in konağının bir odasındaki pencereden lamba yanar söner. Karşı mahalledeki evlerden birisinin penceresinden yanıt verilir o lambaya… Aynı yöntemle…

Elma bahçelerini, Harşıt Çayı'nı aşarak birbirine el eden iki yüreğin, aynı anda çarpmasıdır bu!

İki genç, iki deli yüreğin…

Çarpan yüreklerden birisi Avukat Hikmet Bey'in oğlunundur, öteki ise İl Veteriner Müdürü'nün kızı Meşkûre'nin.

Okuldaki kaçamak buluşmaların, birbirlerine alıp verdikleri mektupların geceki devamıdır yanıp sönen lambalar…

Neylersin ki, İl Veteriner Müdürü'nün İzmir'e atanmasıyla yanmaz olur o lambalar.

Bu hüznü duymuş mudur Harşıt Çayı'ndan akan sular, çay boyu uzanan elma bahçeleri?

Sorunun yanıtı bilinmez ama bu erken ayrılık, mektuplaşmalar sürse de, araya giren kilometreler, akşamları lambaların yanıp sönmez oluşu bir başka alevi yakar Avukat Hikmet Bey'in oğlunda… Şiir ateşini…

Yakar da, hüzün kilometrelerin uzak kılmasıyla bitmez. Bir 'kara haber' gelir ki İzmir'den, Meşkûre ölmüştür.

Ona mektup da yazılamayacaktır artık…

***

'O yıllar, Trabzon-İran transit yolunun hızla yapıldığı yıllar'dır. 'İri gövdeli 'Berliet' kamyonları' yük taşırlar… Motorlarından büyük bir gürültü yayılır etrafa… Deve katarlarınınsa ömrü dolmamıştır henüz. Develerin çan ve çıngırak sesleri de duyulmaktadır. Motor gürültüleri, çan ve çıngırak seslerine karışarak savrulur durur…

Ne o kamyonların şoförleri, ne o deve kervanlarının başındakiler bilir Gümüşhane gecelerine karışan bu seslerin bir yürekteki acılı aşk öyküsüyle buluştuğunu… Buluştuğunu ve orada dizelerin beşiğini salladığını…

***

'Geceler / Sedeften gölgeler döker avuçlarına / Yalnız sen değilsin hasret çeken / Her yolun sonunda bekleyenler var. // İpek hörgüçlü develerdir yollardan geçen / Yaylana – yaylana / Uykudur gözlerini bayıltan / Salkım - salkım rüyalariyle. // Geceler / Simsiyah çiçekler serper eteklerine / Rıhtımda başıboş kayıklar / Dağlarda yaslı geyikler vardır / Ve sen / Neden terkedilmiş çocuklar gibi mahzunsun? // Sılaya giden yollar mı tutuk? / Mektup mu getirmedi posta? / Bir garip derde mi düştün yoksa? / Sevgilim / Bana sokul, gözlerime bak / Neden benzin uçuk? Kirpiğin ıslak?'

***

'Teselli' adını taşıyan bu şiir Servetifünun Dergisi'nde yayımlandığında, 'ilk aşk' acısı yaşayan 'çocuk' artık 20 yaşındadır. Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) öğrencisidir. Oktay Akbal aynı dergide, şiirdeki 'derin ve aşırı hirizm'i överek yazanın 'kısa zamanda yeni nesil arasında yerini' almış olduğunu belirtir (Kasım 1942).

O öğrencinin, bir daktilonun rehin verilmesi karşılığında alınan borçla 1943'te yayımladığı ilk kitabı da adını bu şiirden alır:

'Teselli'.

***

O öğrenci mi?

Şinasi Özdenoğlu…

'Bugün şiirimizin neresinde duruyor?' derseniz…

Bu ayrıca üzerinde düşünülecek bir konu…

Özdenoğlu'nun ölüm haberi, önce bunları anımsattı bana…

Anımsamama neden olan kaynağı (*) yeniden bulup, okudum yeniden…

__________________________

(*) Ahmet Özer – Muzaffer Uyguner, Şinasi Özdenoğlu (Yaşamı – Sanatı – Kişiliği), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Basım: 2000, Ankara.