Eskişehir’de iki üniversitesi öğrencisi aynı haftada intihar etti. Biri, kaldığı KYK yurdunda, diğeri de üniversitenin yemekhanesinde canına kıydı.
Henüz 22-23 yaşlarındaki bir insanın kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığına inanması kadar travmatik bir durum yoktur.
İnsanın en neşeli, en umutlu olabileceği çağda, hayatı yaşanmaya değer bulmaması bu ülkedeki her bireyin ve tabi ki devletin üzerinde ciddiyetle düşünmesi gereken bir konu.
Çocuğuna pantolon alamayan babanın, işsizlikten bunalıp meclisin önünde kendini yakan inşaat işçisinin, ağır çalışma koşullarına dayanamayan doktorun, KHK ile görevine son verilen öğretim üyesinin, atanamayan öğretmenin, tarikat cemaat baskısından bunalan öğrencinin, valilik önünde canına kıyan esnafın, görev yaptığı nizamiyede kendini vuran polisin ölümü kurtuluş gibi görmesi, alarm işaretidir. Üstelik bu intiharların son yıllarda kamusal alanlarda gerçekleşiyor olmasının ayrı bir anlamı var.
Tezgahı elinden alındığı için zaten yaşamını sürdüremeyecek olan esnafın, intihar etmek için valilik önünü seçmesi tesadüf olamaz herhalde. İnşaat işçisi meclisin kapısında ölüme attıysa bedenini, vermek istediği bir mesaj var. “Ne yaşar ne yaşamaz” bir çizgide akıp giden, geleceğin iyice belirsizleştiği, hayallerin öldürüldüğü, umutların tüketildiği bir yaşam sürdürülebilir gelmiyor çoğu insana.
Çünkü biz onları zaten yaşarken öldürmüşüzdür.
Son zamanlarda “polis intiharları”, “doktor intiharları”, “öğrenci intiharları”, “esnaf intiharları” diye kategorize ettiğimiz vakalar, toplumda derin bir bunalımın yaşandığı anlamına geliyor. Satın almayı bırakın küçük bir evin kirasını ödeyemeyecek duruma düşmenin ağırlığını bu toplumu yönetenler biliyorlar mı? Yıllarca eğitim almış, yabancı dil bilen gençlerin iş bulamadığı için anne babalarının vereceği harçlığa mahkum kalmalarının o gençlerin şahsiyeti üzerinde yarattığı ağır tahribat fark edilemiyor mu?
Rant uğruna, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki inşaat baronları zenginleşsin diye kentlerde gerçekleştirilen yıkımla, milyonlarca insanın modern mağaralar olarak tanımlanabilecek çok katlı binalara tıkılmasıyla diri diri gömmedik mi insanları? Doğaya ve insana yabancılaştıran bu şehirleşme modelini, gözlerde hiçbir yaşam heyecanı bırakmayan bu eğitim sistemini, neşeyi, eğlenceyi günah haline getiren bu dindarlık biçimini de sorgulamak gerekmez mi?
Ama Türkiye’de intihar vakalarını ele alış biçimi hep din kavramıyla ilgilidir. İslam dininin intiharı yasaklayan hükümlerinden hareketle, intihar, bir tür günaha saplanma şeklinde izah edilmiştir. Mutlaka hatırlarsınız. Kaçak cemaat evinde gördüğü ağır baskıyı intihar mektubunda yazan Enes’in ailesi, oğullarının trajedisini yoldan çıkmışlığı ile açıklama yoluna gitmişler, tarikat evine toz bile kondurmamışlardı.
İslamcı iktidarın yaklaşımının da aynı çizgide olduğunu biliyoruz. Ama sormadan geçemiyoruz.
Son 20 yılda bütün okullar imam hatipleştirilirken, yol üstü lokantalarına, üniversitelere, kreşlere, ana okullarına, alışveriş merkezlerine, bulunabilen her boşluğa camiler dikilirken, sayısını bilmediğimiz Kur’an kursları açılırken, halk eğitim merkezlerinden okullara kadar her yerde dini eğitim verilirken ve halkın kahir ekseriyeti kendini dindar muhafazakâr olarak tanımlarken iddia edildiği gibi din neden bu intiharları önlemekte yetersiz kalıyor?
Neden?
Din çare mi?
Kelime ATA
Yorumlar