Türkiye dış siyasetinin yeni yönelişler içinde bulunduğu bir dönemin içinden geçiyoruz...
Bu dönemin en büyük özelliği bir 'belirsizlik' dönemi olması...
Belirsizlikler 'eski'den kopuşun güçlüğünden ileri geliyor.
***
Bu saptamamızı biraz açalım...
Türk dış siyaseti cumhuriyet döneminde ekonomik ve siyasi bağımsızlığı esas alan bir temele oturtulmuştu...
Bu konudaki ısrar, Osmanlı devletinin bağımlılık ilişkileri nedeniyle çökmüş olmasından kaynaklanıyordu...
Cumhuriyeti kuran kuşak bu süreci en acı biçimde yaşamış ve çareyi eskinin yerine yeni bir devlet yapısı kurmakta bulmuştu.
***
O dönemde dünya, ekonomik ve siyasi olarak tecrit edilmiş Sovyetler Birliği dışında İngiltere ve Fransa gibi ülkeler tarafından yönetiliyordu...
Birinci Dünya Savaşında yenilen Almanya, bir kriz dönemine girmişti... Bu kriz hem ekonomik hem de siyasi yapıyı felç etmişti...
Savaştan güçlenerek çıkan ABD ise hızlı bir ekonomik gelişme içindeydi, ancak onun egemenliği daha çok Amerika kıtası ile sınırlıydı.
***
İkinci Dünya Savaşı Almanya'nın faşizm rejimi altında ekonomik ve siyasi güçlerini toparlaması ve yeni bir yayılma dönemi başlatması sebebiyle çıktı...
Türkiye, iki savaş arası dönemde Rusya ile dostluğa, kapitalist devletler ile ticareti ayrım yapmadan geliştirmeye ve devlet eliyle 'milli sanayi'nin altyapısını oluşturmaya dayalı bir politika yürüttü...
Bu politikanın sağladığı imkanlar nedeniyle İkinci Dünya Savaşı sırasında 'tarafsızlık' politikası izleyerek savaşın dışında kalmayı ve büyük bir yıkımdan kurtulmayı başardı.
***
Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya yeniden şekillenirken bu politika sürdürülemedi...
Savaş sonrasında Sovyetler Birliği tüm Doğu Avrupa'ya egemen olmuş, bunun yanı sıra Çin hızla Batılı devletlerin etki alanından çıkmaya yönelik bir yola girmişti...
ABD ise ekonomik, siyasi ve askeri alanda dizginleri ele geçirmişti.
Türkiye, hızlı bir kamplaşmanın yaşandığı bu süreçte iki blokun da baskılarına maruz kaldı...
Sovyetler Birliği, savaş sonrası genişleme sürecinin bir parçası olarak Türkiye üzerinde nüfuzunu güçlendirecek bir takım talepler ileri sürerken, ABD'nin egemenliğinde yapılanan 'Batı Dünyası', Lozan'dan bu yana büyük devletlere angaje olmama tutumunu kimi zaman tavizler vererek de olsa sürdüren İsmet İnönü'nün yerine yeni bir iktidar arayışına girdi...
İnönü rejimi, bu eğilimler karşısında eski politikalarını terk ederek Batı kampına yanaştıysa da tasfiye edilmekten kurtulamadı.
***
Yazılarmızın konusunu oluşturan Türkiye'nin NATO macerası, Demokrat Parti iktidarı döneminde Türkiye'nin ABD politikalarına çok yönlü olarak angaje olmasıyla başladı...
O dönemden bugüne kadar Türkiye'yi yönetenler kendilerini ABD başta olmak üzere 'Batı Dünyası'nın müttefiki olarak gördüler ve onunla bütünleşmeyi hedeflediler...
Bu politika, doğal olarak NATO'nun yanı sıra AB sürecine de katılma talebini doğurdu.
***
Ancak yaşadığımız olaylar 'Batı dünyası'nın ülkemize çok farklı yaklaştığını gösterdi...
Türkiye'deki iktidarlar ABD ve Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini bir 'eşitler arasında ittifak' ilişkisi olarak görürken Batı, her zaman ülkemize bir 'sömürge' gibi baktı...
O nedenle, AB'nin oluşum sürecine çok erken bir tarihte katılan Türkiye, o dönemden günümüze kadar hep 'ikinci sınıf bir aday' olarak oyalandı ve dışlandı.
***
Son zamanlardaki gelişmeler, Batı dünyası'nın ülkemize bakış açısındaki bu 'çarpıklığın' ekonomik ilişkilerle sınırlı olmadığını ortaya koydu...
'Suriye savaşı'nın başında Batı koalisyonuna hevesle katılan Türkiye, süreç içinde bu savaşın çerçevesini oluşturan 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin parçalamayı hedeflediği ülkeler arasında Türkiye'nin de yer aldığının farkına vardı...
Savaş sırasında Rusya ile yaşanan 'uçak krizi', yalnız ABD'nin değil NATO üyesi diğer Avrupa ülkelerinin de 'Türkiye'yi savunma' diye bir dertlerinin olmadığını ortaya çıkardı.
(Devam edecek)