Ulucanlar…

Ne güzel ad! Bir semtin adı…

Ama 'Ulucanlar' deyince adın güzelliğini düşünmüyorsunuz. Bir semtin adı olmasını da… Acıları getiriyor usa.

'Ulu' değil, 'ölü' canları…

Zındanı, işkenceyi, idamları…

Nice edebiyatçıdan siyasetçiye ne çok insan orada gün saymış. Çığlıkları yükselmiş işkencehanelerde… Darağacında gencecik boyunları sıkıvermiş yağlı urgan…

Bundandır ki birçok sanat ürününde de yerini almış.

İki de film çekilmiş. Konuları orada geçiyor.

'Duvar' ve 'Uçurtmayı Vurmasınlar'.

***

1976 kışı.

Ankara'nın deli ayazı, hapishanenin çocuk koğuşlarının kırık camlarından içeriye dolmaktadır. Soba yoktur, odun yoktur, ekmek yoktur…

Açtır çocuklar.

Yetmez, gardiyanların kötü davranışlarıyla karşı karşıyadırlar. Cinsel istismara varan kötü davranışlarla…

Bunun sonu bir isyana çıkar elbette.

İsyan eder çocuklar!

Nedir istekleri?

'Pencerelere cam, soba, odun, doktor, ilaç, yatak, günde iki ekmek ile gardiyanların kötü davranışlarının son bulması.'

***

Türkiye'mizin nice sarsıcı olayı içinde unutulup gidecektir belki o isyan.

Ama bir tanık vardır.

Siyasi koğuşta yatmakta olan Yılmaz Güney.

Yılmaz Güney, destek verir çocuklara. Bu nedenle de Kayseri'ye sürgün edilir.

Edilir ama isyanın romanını yazar:

'Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz'.

1977'de yayımlanır roman.

1983'te Fransa'da 'kaçak' yaşarken, o romanından ve anılarından yola çıkarak bir de film çeker:

'Duvar'.

Son filmi olur bu!

Yıllarca yasaktı Türkiye'de gösterilmesi. 2000 yılında izleyebildik ancak.

***

Yılmaz Güney Fransa'daki Moncel Manastırı'nı Ulucanlar Cezaevi'ne benzeten düzenlemeleri yaptırıp, orayı film setine dönüştürüp çekimlerle uğraşırken Ankara'da, Ulucanlar'ın bir başka konuğu vardı:

Feride Çiçekoğlu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Fakültesi'ni bitirmiş ve Gazi Üniversitesi'nde genç bir öğretim üyesiyken 12 Eylül faşizmine yakalanmış bir kişi!

Kadınlar Koğuşu'nda birlikte yattığı kadınları gözlemliyordu. Dahası, anneleri içerde olduğu için 'içerde yaşayan' çocukları…

Gözlemlerini yazdı, 'Uçurtmayı Vurmasınlar' diye.

1964'te ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturan ve sonra sinemadan uzaklaşan Tunç Başaran'ın, yıllar sonra yeniden sinemaya döndüğü günlerdi. Başaran'ın ilgisini çekti bu öykü. Ve film oldu (1989).

O yıl 8. İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı En İyi Film Ödülü'nü aldı. 26. Antalya Film Şenliği'ndeki En İyi Film Ödülü ile Dr. Avni Tolunay Özel Halk Ödülü de 'Uçurtmayı Vurmasınlar'ındı. Dahası Feride Çiçekoğlu 'En İyi Senaryocu', Nur Sürer 'En İyi Kadın Oyuncu', Erdal Kahraman 'En İyi Görüntü Yönetmeni', beş yaşındaki çocuğu, Barış'ı canlandıran Ozan Bilen ise 'Özel Çocuk Oyuncu' ödüllerini aldılar.

Valencia'da (İspanya) düzenlenen 10. Akdeniz Film Festivali'nde ise Gümüş Palmiye (ikincilik ödülü) yine 'Uçurtmayı Vurmasınlar'ındı.

Ve Türkiye'nin ilk Oscar aday adayı olan filmi oldu 'Uçurtmayı Vurmasınlar'.

***

Filmin Sümbül'ü Hale Akınlı'yı yitirdik (13 Aralık).

Sanatseverler onu 'Yol'dan, 'Tırpan'dan, 'Sular Aydınlanıyordu'dan, 'Hadi Öldürsene Canikom'dan da tanıyordu.

Birkaç gün sonra ise 'Uçurtmayı Vurmasınlar'ın yönetmeni Tunç Başaran, 'Hoşçakalın!' deyiverdi bizlere (18 Aralık)…

***

Onlar bize 'Hoşçakalın!' deyiverdiler de…

Ulucanlar Cezaevi şimdi müze.

Doğrusu orada bir de film izleme odası olmalı diye düşünüyorum.

Ve o odada ziyaretçiler 'Duvar' ile 'Uçurtmayı Vurumasınlar'ı izleyebilmeli…

Cer Modern'de hala sürmekte olan, önceki yazımda (*) sözünü ettiğim 'Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923 – 1933' sergisinden yola çıkarak düşündüm bunu.

________________________________

M. Mahzun Doğan, 'Sahi, Ankara'nın kent müzesi niye yok!', Başkent Gazetesi, 18 Aralık, 2019.