Efendim AB'ye girmek şöyle bir kenarda dursun bizler ne yazık ki bir hafta ağız tadıyla Avrupa'yı görebilmek için bile kilolarca evrağı aracı vize şirketlerine bırakarak randevu almak zorunda kalıyoruz. Eskiden evrak sorundu şimdi çok şükür hangi evrakları istiyorlar ezbere biliyoruz ancak bununla sınırlı değil elbette, aracı vize şirketlerinden randevu almak adeta Herkül'ün imkansız görevleri yaptığı bir seriye dönüşüyor. AB üye ülkesi değiliz ancak AB aday statüsüne sahip sayılı ülkelerden biriyiz ve bir tek bizim Şengen bölgesine (3 ay gibi kısa zamanlı ziyaretler için konuşuyorum) vize alarak girmesi gerekiyor çok enteresan değil mi?
2016 yılında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan mutabakatlar ve yürütülen vize serbestisi diyaloğu, dönemin siyasi söyleminde Türk vatandaşlarının Schengen vizesi sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir eşik olarak sunulmuştur. Ancak aradan geçen sürede gelinen nokta, bu beklentilerin karşılanamadığını ve aksine vize süreçlerinin hem daha zor hem de daha yıpratıcı hâle geldiğini göstermektedir. Özellikle 2016 sonrası dönemde Schengen ülkelerinden randevu dahi alınamaması, aylar süren bekleme süreleri ve başvuruların çoğu zaman gerekçesi sınırlı veya soyut biçimde reddedilmesi, sorunun bireysel değil yapısal bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Türk vatandaşlarının Balkan ülkelerine yönelmesi tesadüfî değildir; zira bu ülkelerle vizesiz seyahat imkânı bulunması, Avrupa’ya açılan alternatif ve daha erişilebilir bir rota yaratmaktadır. Öte yandan, akademisyenler, sanatçılar ve kamuoyunda tanınmış kişiler dâhil olmak üzere geniş bir kesimin sistematik vize reddiyle karşılaşması, Türkiye Cumhuriyeti pasaportunun uluslararası algısında ciddi bir değer kaybına işaret etmektedir. Bu durum yalnızca bireysel hareketliliği değil, aynı zamanda ülkenin itibarı, yumuşak gücü ve uluslararası entegrasyon kapasitesini de olumsuz etkilemektedir. Devletin, vatandaşlarının maruz kaldığı bu toplumsal yıpranmayı ve pasaportun geldiği noktayı bütüncül biçimde değerlendirmesi, sorunu geçici diplomatik temasların ötesinde yapısal ve uzun vadeli önlemlerle ele alması giderek daha kaçınılmaz hâle gelmektedir.
Avrupa’ya yönelik vize rejimlerinde belirleyici olan kriterler arasında başvuruda bulunan kişilerin kamu güvenliği açısından risk oluşturmaması, pasaport ve destekleyici belgelerin teknik ve hukuki açıdan güvenilir olması, ayrıca seyahat amacına uygun biçimde gidip geri dönüleceğine dair makul kanaatin oluşması yer almaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin pasaport güvenliğini ne ölçüde sağlayabildiği ve bu kapasitenin neden uluslararası algıda zamanla zayıfladığı sorusu, özellikle Avrupa Birliği ile yürütülen vize serbestisi tartışmalarının merkezinde bulunmaktadır. Türkiye son yıllarda biyometrik pasaportlara geçiş, sahteciliğe karşı ileri güvenlik unsurlarının kullanımı, pasaport basım ve dağıtım süreçlerinin merkezileştirilmesi ve veri tabanlarının dijitalleştirilmesi gibi önemli teknik adımlar atmıştır. Bununla birlikte, pasaportun “gücü” yalnızca teknik güvenlikten ibaret değildir; düzensiz göç, iltica başvurularındaki artış, vize ihlalleri ve geri dönmeme vakaları gibi olgular, pasaportun uluslararası itibarı üzerinde doğrudan etki yaratmaktadır. Bu nedenle Türk pasaportunun zaman içinde güç kaybetmesi, çoğu zaman belge güvenliğinden ziyade göç yönetimi, sınır kontrolü ve hukukun üstünlüğü algısıyla ilişkilendirilmektedir. Devlet, bu sorunlara karşı mevzuat uyumu, uluslararası bilgi paylaşımı, sınır güvenliğinin güçlendirilmesi ve vatandaşlara yönelik farkındalık çalışmaları yürütmekte; ancak yapısal ve siyasal faktörler nedeniyle bu önlemlerin kısa vadede somut vize serbestisine dönüşmesi sınırlı kalmaktadır.
Vatandaşın mağduriyeti yeni bir şey değil ancak artık çözülmesi gereken bir şey.