Lübnan, 1975 yılında patlak veren iç savaşa kadar Arap dünyasının finans merkezi olarak tanınıyor, bir çok dinsel ve etnik yapının etkisi nedeniyle Arap milliyetçiliğinden daha az etkileniyordu...
Arap milliyetçiliğinin Nasır döneminde zirve yaptığı dönemde de bu böyleydi...
İngiliz kuklası çürümüş Kral Faruk yönetimine karşı yapılan askeri bir darbenin lideri olan Cemal Abdülnasır, 1952 yılında iktidara geldiğinde Ortadoğu'da bağımsızlık rüzgarları esmeye başlamıştı... Bu rüzgar özellikle petrolün sağladığı zenginliği ulusal kalkınma amacıyla kullanma talebi etrafında yoğunlaşmıştı...
Mısır'ın sahip olduğu ama denetleyemediği en önemli gelir kaynağı Süveyş Kanalıydı... Nasır, 1956 yılında Süveyş Kanalı'nı işleten Fransız-İngiliz Petrol Şirketi'ni ulusallaştırınca İngiltere, Fransa ve İsrail'in ortaklaşa yürüttüğü bir askeri harekatla karşı karşıya kaldı...
Mısır'ın bu saldırıya karşı direnişi, o sıralar Doğu Blokunda patlak veren Macaristan ayaklanmasıyla meşgul olduğu için Arap dünyasını karşısına almak istemeyen ABD'nin İngiltere-Fransa ve İsrail'e katılmasını önledi... Bazı Arap ülkeleri de Mısır'ı desteklemek amacıyla İngiltere'ye petrol satışını durdurdular... Bu durum karşısında İngiliz-Fransız-İsrail bloku askeri harekata son vermek zorunda kaldı...
Bu 'zafer', bir anda Nasır'ı Arap dünyasında 'ulusal kahraman' yaptı...
Zaferin ardından Suriye, Mısır ile birleşme kararı aldı ve Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu.. Irak'taki Nasır düşmanı Amerikancı Kral Faysal, askeri bir darbeyle devrildi... Nasır ve Baas partisi yönetimindeki Arap ülkeleri ile Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri arasındaki ilişkiler hızla gelişti...
Ne var ki, sonunda Arapların 'yerel milliyetçiliği' ve kabileciliği bu gelişmeleri tersine çevirdi. Arapların iç çelişkileri ve kavgaları yeniden öne çıktı.
***
Lübnan, karmaşık dinsel ve etnik yapısının yanı sıra bir finans merkezi olmasının da etkisiyle bu rüzgardan en az etkilenen Arap ülkesi olmuştu...
Lübnan'ın Arap milliyetçiliğine uzak duruşu, 1967 Arap-İsrail savaşı sırasında da kendini gösterdi; ülke savaşa katılmadı...
Ancak bu tutum ülkedeki 'hassas denge'nin bozulmasına yol açtı...
Lübnan'da üslenen Filistin Kurtuluş Örgütüne bağlı 'fedailer' ve Lübnan'ın güneyinde yaşayan Müslüman cemaatlere ve sol partilere bağlı akımlar, merkezi hükümete karşı direnişe geçtiler...
Amin Maalouf, 'Çivisi Çıkmış Dünya' adlı kitabında bu süreci anlatırken şunları söylüyor:
'Bazı Lübnanlılar bunun sonucunde kendi ordularının Filistinli militanlarınki olduğunu, diğer ordunun ise Hıristiyanların ve sağın emrinde olduğunu düşünmeye başladılar. Düzenli ordu bölünmeye başladı ve merkezi devlet bölgedeki denetimi yitirdi.'
***
Bu bölünme, Lübnan'da 1975 yılında patlak veren ve 1990 yılına kadar devam eden iç savaşın yolunu döşedi...
1990 yılında iç savaşın sona ermesinden kısa bir süre önce Sovyetler Birliği yöneticileri, kendi ülkelerini ve Doğu Blokunu dağıttılar; bu olay, ABD-İngiliz -Fransız ve İsrail blokuna karşı Sovyetler Birliği ve Doğu Blokundan destek alan Baasçı Arap milliyetçiliği üzerinde son derece olumsuz bir etki yaptı...
Lübnan'ın yeniden inşasında etkin bir rol oynayabilecek olan Suriye'nin bu ülkedeki nüfuzu da 1990 yılından sonra ABD ve Fransa'nın baskısıyla adım adım yok edildi...
Böylece Lübnan'ın 'yeniden inşa' süreci ABD başta olmak üzere 'küreselleşmeci' güçlerin eline kaldı...
İşte Amin Maalouf'un Lübnan'daki patlamanın gerçek sorumlu olarak gösterdiği etnik ve dinsel cemaatlere dayalı 'demokratik çözüm' ve 'her alanda yetersiz ve kokuşmuş' sistem böyle ortaya çıktı.
***
Son bir not:
Anlattığımız süreç Arap dünyasının bugün içine düştüğü kaos ortamında emperyalizmin baskısının yanı sıra Arap milliyetçilerinin aralarında birlik sağlama ve ülkelerini dönüştürme konusundaki başarısızlıklarının da rolü olduğunu gösteriyor...
Maalouf, biraz önce sözünü ettiğimiz kitapta bu başarısızlığı vurguladıktan sonra şu yargısını belirtmeden geçemiyor:
'Doğu'da pek az insan Atatürk'ün bir yandan Avrupalılara karşı canla başla mücadele verirken, bir yandan da Türkiye'yi Avrupalılaştırmayı düşlemesini bir çelişki olarak değerlendirir. O herhangi bir tarafa karşı savaş vermemiştir, bir yerli olarak değil, diğer herkesle eşit bir insan olarak saygı görmek adına mücadele etmiştir.'