Türkiye ekonomisinin bugünkü temel sorununu, düşük büyüme oranı ya da potansiyel büyümenin sürdürülememesi, yüksek cari açık, yüksek bütçe açığı, yüksek enflasyon, yüksek oranlı dış finansman ihtiyacı, vergi yapısının bozukluğu ve düşük tasarruf oranları olarak özetleyebiliyoruz.

Bu belirlemelere karşın ekonomi yönetiminin, ekonomideki gidişatı net ortaya koyan; açılan kapanan şirket sayılarını, aylık elektrik tüketimini, konut alım satımını, otomotiv piyasasını, yurt dışı harcamalarını, turizm gibi kalemleri de halen masaya yatırmadığını da görüyoruz.

Bizi kırılgan ekonomiden çıkaracak adımları atacak bir ekonomi anlayışının olması gerekiyor. Çünkü, bir ülkenin ekonomik kırılganlık düzeyi tespit edilirken o ülkenin büyüme oranlarına, faiz seviyelerine, enflasyonuna, cari açığına, bütçe açığına ve yerli paradaki değişimine bakılıyor. Dış yatırımcılar ülkenin riskine göre o ülkeye yatırım yapar. O nedenle ekonomi bakanı yurtdışına ülkeyi anlatmaya gittiğinde ‘herkes bizim kırılganlık seviyemize bakarak’ hareket ediyor. Türkiye ise cari açığının (döviz açığının) fazlalığı ve döviz fiyatındaki yüksek dalgalanmalar sebebiyle kırılgan ülkelerin başında geliyor.

Büyümenin ise olmazsa olmazı üretimdir. Ancak, Türkiye üretim için gerekli şartları da sağlayamıyor. Bunun için enflasyon oranını düşürmesi gerekiyor, üretimi, ithalatı düşürüp ihracatı yükseltecek bir yapıya çevirmesi gerekiyor. Ancak Türkiye’de ihracat yapılarak kazanılan dövizden daha fazlası ile ithalat yapılıyor. Böyle olunca da ithalat için harcanılan döviz ile ihracat geliri farkı olan dış ticaret açığı ise her geçen gün büyüyor.

Maalesef cari açığa neden olan ithal ikamesinin geliştirilememesi de önemli bir yapısal sorunumuz. Türkiye’de mevcut imkanlarla üretilebilecek olan ürünler daha ucuz olduğu için dışarıdan ithal ediliyor.

Peki üretimi geliştirecek teşvikler yeterli olmuyor mu?

Türkiye’de uzun yıllardır çeşitli teşvikler sektörel, ürün bazında ya da bölgesel olarak yapılıyor. Ancak bu teşvikler de cari açık düzeyini aşağıya çekmekte yeterli olan ithal ikamesini oluşturmaya yönelemiyor.

Uygulanan uluslararası politikalar da o ülke ekonomisi için önemli. Çünkü dış politika o ülkenin doğrudan yatırımları ve sermayeyi ülke ekonomisine sokabilmesi için anahtar konumunda bulunuyor. Ama bu konuda da çok başarılı olduğumuz söylenebilir mi?

Bir diğer önemli konu da ülkede yatırımın artırılmasının önündeki engellerin yok edilmesi olduğunu not edelim. Dışarıdan Türkiye’ye sermaye girişlerinin olması ve büyümeyi sağlayacak seviyeye varması ise ancak ekonomik istikrar ile olabiliyor. Ancak ülkemize yabancı yatırımcıyı cezp etme hususunda da yetersiziz. Siyasi söylemler ve süreçler de işin içine girince, yabancıların daha da çekingen davranmasına neden olunuyor. Kaygılı olan yabancı sermaye, yatırım yerine, carry trade olarak bilinen para yatırıp faizini alıp kaçma tekniğini daha güvenilir buluyor.

Açıkçası Türkiye’nin bugünkü ekonomik tablosuna bakıldığında artık kısa vadeli ve günü kurtarıcı çözümlerin yeterli olmadığı görülüyor. Borçlanma ve özelleştirme ile büyümenin de sonuna gelindiği ortada. Ya da ‘satacak bir şey kalmadı mı’ demeliyiz. Doğrusu Türkiye’nin büyümeye süreklilik kazandıracak yapısal reformları artık hayata geçirmesi gerekiyor. Mesela son on yılda, 2001 krizi sonrası zorunlu olarak yapılan bankacılık reformu dışında ciddi yapısal reform yapılmadığını hatırlamakta fayda var.