Önceki yazımızda 12 Eylül sonrası dönemde kurulan sosyal demokrat partilerin istisnasız liberal ve NATO’cu partiler olduğunu söylemiş...

Antiemperyalist, ulusal kurtuluşçu bir mücadelenin ürünü olan “eski CHP”nin mirasını reddedip rantından istifade eden bu partilerin, Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde küresel yağmanın artıklarından bir parça almaya odaklanmış sosyal demokrat partilere öykündüklerini, iktidar elitlerine yaranmak için kimi zaman onlardan bile ileri gittiklerini sözlerimize eklemiştik...

Ecevit ve Baykal gibi liderler de bu tür eğilimlere kapılmış, ama zaman zaman eski köklerini hatırlamışlardı. Kılıçdaroğlu ise bu eğilimin “tipik” temsilcisidir.

***

Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanı olduktan sonra oy oranını artırmak için ülkedeki tüm “sağ” eğilimli partilerle zaman zaman yakınlık kurmuş, onlara siyasi tavizler vermiş, onların tabanlarından bir nebze olsun bir şeyler koparmak için bu partilerden kopanlara parti içinde önemli görevler vermiştir; Kılıçdaroğlu’nun yakınlık göstermediği aksine parti içindekileri bile “temizlediği” tek bir siyasi eğilim vardır: “ulusalcılar”...

Bilindiği gibi Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı seçilmesinde en önemli rolü parti içinde Baykal’dan sonra “ikinci adam” olan “ulusalcı” Önder Sav ve ekibi oynamıştı...

Kılıçdaroğlu’nun başkanlık koltuğuna oturduktan sonra yaptığı ilk iş ise kendisinin o koltuğa gelmesinde en büyük paya sahip Önder Sav ve ona yakın CHP’lileri partiden uzaklaştırmak ya da pasifize etmek olmuştur. Önder Sav’dan sonra “ulusalcı temizliği” devam etmiş ve ulusal kurtuluş savaşının ürünü olan partinin üst organlarında neredeyse tek bir “ulusalcı” kalmamıştır.

***

Dahası, diğer partilerden gelen “kaçaklara” o kadar prim verdikten sonra o partilerden kendisine “zırnık” oy gelmeyince yine dönüp “ulusalcıları” suçlamıştır...

Bunun en son ve en açık örneği seçimden hemen sonra "yetmez ama evetci" Oral Çalışlar’a verdiği röportajdır. Röpartaj sırasında yenilgisinin sebebini soran Çalışlar’a verdiği şu cevap “ibretlik”tir:

“(Sağcılar), ‘Ulusalcılar iktidara gelirse yeniden eski günlere dönebiliriz korkusu’ ile oylarını dönüp tekrar Erdoğan’a verdiler.”

***

Bütün “ulusalcı” düşmanları gibi Kılıçdaroğlu’nun da en fazla yakınlık duyduğu siyasi eğilim ABD’ye ve Avrupa’nın “yeşil” ve “liberal” sağcı partilerine yakın mikro-milliyetçi akımlar olmuştur... Özellikle 12 Eylül sonrasında bu eğilim Avrupa’ya kaçan eski solcuları da etkisine almış, bu çevrelerde “ulusalcılık” küfür niyetine kullanılmış, dünyanın tüm ülkelerinde solcu liderler kendi halklarının ulusal gururunu yükselterek siyasi güç toplarken Türkiye’de neredeyse Türklüğü ile gurur duyan solcu bırakmamıştır...

Ancak bütün suçu Kılıçdaroğlu’na yüklemeyelim; onun temsil ettiği eğilimin kökleri 1946 yılına  kadar uzanmaktadır. Bu eğilim o zaman CHP’yi ikiye bölmüş ve 1950’de ülkeyi yine CHP’nin içinden çıkan Amerikancı sağcı, liberal, dinci akımların içinde toplandığı Demokrat Parti’ye teslim etmişti. Ünlü şair Orhan Veli, o dönemde bu trajedi üzerine şunları yazmıştı:

“Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkı kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaya tanınan haklar... Hiçbiri kâr etmedi. Zavallı Halk Partisi.”

***

“Yeni CHP”’nin seçim yenilgisinden sonra parti içinde yükselmeye başlayan “ulusalcı” eğilim ve söylemler koltuğunu tehlikeye sokunca Kılıçdaroğlu bu kez bu eğilimi bastırmak için bir başka taktik uygulamaya geçmiştir: “Ulusalcılığı”, “ülkücülük” ile özdeşleştirmek...

Bunu nasıl yaptığını merak mı ediyorsunuz?...

Devamı bir sonraki yazıda!

(Devam edecek)