İslamcı siyaset kendisini Cumhuriyet modernleşmesi, laiklik ve batı aleyhtarlığı ile konumlandırırken, 1923 sonrasına ilişkin değerlendirmelerinde hep devlet-millet ayrımına gitti. Demokrat Parti'nin de 'tutan ve tutmayan devrimler' olarak ikili bir ayrıma tabi tuttuğu Cumhuriyet, İslamcılara göre halka yabancıydı. Elit bir zümre tarafından yürürlüğe konulduğu düşünülen yenilikler dayatmanın, ceberrut devlet anlayışının ürünüydü. Oysa halk hilafet, Arap alfabesi, fes istiyordu, saltanattan yanaydı, padişahı veli nimetti. Cumhuriyet ise bir reklam arasıydı; zamanı gelince asıl program başlayacaktı. Öyle derin bir hesaplaşma güdüsü vardı ki, AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, gençliğe seslenişinde 'kindar ve dindar' nesiller yetiştirilmesinden bahsedecek onlara 'dinine ve kinine sahip çık' diyecekti. Erdoğan'ın Atatürk ve İnönü'ye uygun gördüğü sıfat ise 'iki ayyaş' idi.

Gelin görün ki, 1994 yılında yerel iktidarın, 2002 yılında da genel iktidarın ele geçirilmesi sonrasında Cumhuriyet'in bürokratik ve askeri kadrolarının tasfiye edilmesine, devlette gerçekleştirilen dönüşüme rağmen AKP, kültürel alanda hegemonyasını kuramadı. Açılan onca imam hatip okullarına, eğitimin bir bütün olarak dinselleştirilmesine, Diyanet teşkilatına tanınan bütçe imtiyazlarına ve hayatın her alanında bir şeyhülislamlık gibi konumlandırılmasına rağmen arzu edilen sonuç alınamadı. İslamcı hareketleri yakından takip eden gazeteci Ruşen Çakır'ın da ifade ettiği gibi muhafazakarlar, Kemalizmle olan hesaplaşmalarında 'tam bir hezimete' uğradı. Liberal çevrelerin çok sevdiği Nuray Mert ise Atatürkçülüğün dirildiğini, şu anda Türkiye'deki en güçlü sivil toplum hareketi haline geldiğini söyleyecekti. Oysa, aynı Nuray Mert daha birkaç yıl önce, Kemalizmin ölüm dansından bahsetmişti.

İslamcı siyasetin Kemalizm karşısında aldığı yenilginin pek çok göstergesi var. AKP Atatürk'e küfrettikçe Anıtkabir ziyaretçilerinin sayısı yıllar geçtikçe artıyor. Yeni Osmanlı hayalleriyle Suriye'de, Libya'da uyguladığı mezhepçi dış politika batağa saplandıkça, İslamcıların Türkiye'yi pasifleştirdiği gerekçesiyle eleştirdiği 'yurtta sulh, dünyada sulh' ilkesinin değeri anlaşılıyor. Ulusal bayramların kutlanmasına dair kısıtlamalar, halkın daha yoğun şekilde katılmasına neden oluyor. Sınav sonuçlarındaki kötüleşme belirgin hale geldikçe dinselleştirmeye dayalı eğitim politikaları sorgulanıyor. İktidar erki, Erdoğan ailesi etrafından şekillendikçe saltanat denilen sistemin sakıncaları görülüyor. Din, siyasette istismar edildikçe sadece iktidarın politikaları sorgulanmakla kalmıyor, bizzat dinin kendisi de tartışma alanına giriyor. Camiler, parti bürosuna dönüştükçe samimi dindarlar camiden uzaklaşıyor ve dindar ailelerin çocuklarının deizme yöneldiği tespitleri yapılıyor. Hepsinden önemlisi Tunus'ta, Mısır'da, Afrika'nın Müslüman ülkelerinde, Afganistan'da, Pakistan'da, Arabistan yarımadasında deneyimlenen İslamcı iktidar örneklerinin hiçbir sorunu çözemediği, yoksulluğu, yokluğu, cehaleti, adaletsizliği yok edemediği tam tersine bir cehennem yarattığı görüldükçe, laiklik karşıtlığı zayıflıyor. Bunun son örneklerinden biri, Afganistan'da Taliban hakimiyetinin sağlanmasıyla birlikte Türkiye içinde kimi İslamcıların dile getirdiği düşüncelerdir. Örneğin Afganistan'a giden İslamcılığa yakın gazeteci Mehmet Akif Ersoy, 'Çok şükür Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz. Afganistan gibi yerlerde Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu cumhuriyeti insan yüz kere düşünüyor' dedi ve tartışmaları alevlendirdi. Sadece Mehmet Akif Ersoy değil, İslamcı cenahta pek çok bilinen isim artık laiklik, Cumhuriyet, Atatürk konularında daha yumuşak cümleler kuruyor. Benim de şahsen tanıdığım birçok muhafazakar isim, Cumhuriyet ve Kemalizm konusunda geriye dönük okumalar yapıyor, hatta bazıları vakit namazlarını kılmamaya başladı. Özellikle 15 Temmuz sürecinde 'ölenlerin hayvan mezarlığına gömülmek istenmesi', suçsuzluğu sonradan anlaşılan bazı kişilerin dini törenlerinin engellenmesi, cenaze arabası ve imam gönderilmemesi gibi uygulamalar, dindar çevrelerde etkisi dalga dalga büyüyen bir sarsıntıya yol açtı.

Gelinen noktada görüldü ki, Cumhuriyet- laiklik düşüncesi, modernleşme bu topraklarda çok da köksüz değil, hele hele bir avuç monşerin hayat tarzı hiç değil. Bir asırlık deneyim, eksikleri, yanlışları olsa da İslamcı iddialar karşısında varlığını koruyabilirken bir siyasi hareketin motivasyon kaynağı olan 'din ve kin' şimdi onun yok oluş gerekçesine dönüşüyor.