Yazarlar için yazmak bir tutku, bir aşk, bir yaşama savaşıdır. Her yazarın yazmak için farklı bir amacı olsa da yaşamak, hayatta kalmak, delirmemek için yazanlar da vardır. Onlardan biri de bana kalırsa Ahmet Ateş. “Yazarak daha kolay ve derin öğrendiğimi kavradım.” diyen Yazar Ahmet Ateş ile yazma ile olan hikâyesini konuştuk.

• Sizi tanıyabilir miyiz?

Doğrusu kendimi yazıyla, sözle nasıl tanıtabilirim, bilmiyorum. Bu biraz da tanıtmanın, tanımlamanın, betimlemenin göreli kurgusallığı değil mi? Hani bir ortamda insanları tanıştıran biri der ya: tanıştırayım, Ahmet! Bu da Makbule! Sanırım böyle bir yanıt en uygunu. Çünkü çok geçerli ve özlü. Sözün yazının fazlası dönemin dönemlerin çerçevesidir. Bu çerçeve de bazı insanlara mide kaldırıcı gelebilir. Çünkü bazı yazarlar için girdiği yarışlar ve aldığı ödülleri sıralamak kendini ve dinleyenleri mest edicidir. Kısacası diyebilirim ki çok satanlar listesine girecek, çok baskı yapılanlar arasında görünecek bir yapıt yazmadım. Belki birileri ‘yazamadın’ diye içinden geçirecektir. Ben yazmadım derken, kendimi içtenlikli buluyorum. Çünkü düzenin işleyişindeki düzenin yaşamın her parçasında koyduğu erek ile amaçlar benim çocukken bile karşı çıktığım şeyler. Doğaldır ki o zaman karşı oluşum çocukçaydı; bana benim iyiliğime saydıkları şeylereydi. Buna bakarsan, bugün de karşı olduğum ihtiyarca, kocamışça şeyler. İçinde yaşatıldığım yaşayışların hiçbirini onaylamıyorum. Dilerim “ya onayla ya da terk et!” demezsiniz bana.

• Edebiyat yolculuğunuzu paylaşır mısınız?

1966 yılı olmalı. Türkçe öğretmenim (Kemal Ozan bey) 15 tatilde bir roman okuyun, özetini çıkarın, demişti. O zamana dek baştan sona hiç roman okumamıştım. İlkokulda Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Hazreti Ali Cenkleri gibi kasaba pazarlarından alınmış küçük dergi boyutunda ince “kitaplar” okuduğumu anımsıyorum. Bir de yine kasaba pazarından alınmış o günün günceli tek yapraklı “destanlar” (Sanırım duygusal olarak hayli etkilendiğim bir destan kabadayı Kürt Cemal’in öldürülmesiyle ilgiliydi. Bu destanlar şiir biçimiyle yazılırdı; çoğunda ağıt idiler.)

Ödevi hazırlamak için daha sonraki yıllarda bol bol denk geldiğimiz, nerdeyse her kırtasiyede görebileceğimiz “yardımcı kitap” ticareti ürünleri yaygın olarak pazarlanmıyor olmalıydı. Okulun (Balıkesir Lisesi) kitaplığına gidip yaşamımda ilk kez bir kitabı orada çalışanın yardımıyla ödünç aldım. Tam anımsamıyorum ya, belki de orada çalışan önerdi kitabı. Kitaplıktaki kataloglara bakmak, ciltli kitaplarla dolu rafları görmek, para vermeden bir kitabı ödünç alabilmek... Beni çok şaşırtmış, büyülemiş olmalı. Kitabın adı “İki Yüzlü Adam”dı (özgün, The man Who Has Two Faces). Yazarı şimdi anımsamıyorum. Üç beş yıl önce yazarın adını (Amerikalı ya da İngiltereliydi) Türkçe okuyuşla söyleyip nedense gülerdim. (Unuttuğum addan dolayı şimdi utandım. Google’a baktım: Edward Mordake görünüyor?) İngilizce dersimiz de vardı. Ama ayrımına varmadan o dersin dışında İngilizce adları Türkçe söylerdik: John Wayne!

Kitabı bir ödev hazırlamak için okumak zorunda olduğumdan pek sevmedim. Belki de o zamana kadar iki yüz üç yüz sayfalık bir kitap okumadığımdandı. Sonra kütüphaneye kitabı vermeye gittiğimde çalışan bey benimle sohbet etti. Benimle bir yetişkinmişim gibi konuşması çok hoşuma gitmiş olmalı. Bana Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’ kitabını verdi. Ben orta üçüncü sınıftaydım. Haziranda ortaokul bitirme sınavlarımız olacaktı (sanırım Fransızca bakolaryo diyordu öğretmenler). Yıl içinde bir dersten onlu not dizgesinde on almış olsak bile bitirmede dört alınca o dersten sınıfta kalınırdı. Bu durum beni kaygılandırıyordu. Ders çalışacağıma ben Bereketli şeyler okuyordum parasız yatılının gözcülü zorunlu (etüd denilirdi) ders çalışma saatlerinde.

Hafta sonlarında cumartesi yarım, pazar tam gün tatildi okullar. Ama yine yurtta zorunlu çalışma saatlerimiz olurdu. Her şeye karşın cumartesi 14.30 filmlerini kaçırmazdım. Pazar günleri kesinlikle bir sinemadan çıkıp ötekine koşardım. Bazı sinemalarda pazarları üç film birden oynardı. Şan sineması vardı ki Balıkesir’in en görkemlisiydi. Deli Münir sinemanın kapısında ekmek parasına “başlamadı, başlamadı; başını gösteriyo!” diye, bir kayıt makinesi gibi bağırıp dururdu. Şimdiden bakıldığında Şan’ın oldukça seçme filmler gösterdiği duygusuna kapılıyorum. Sinemadan yazıyorum. Çünkü film edebiyatın dolaylı da olsa içinde yer aldığı bir sanat çalışması. Yani “Yılanların Öcü”nü izlemek, filmin başlangıç künyesinde (jenerik) Fakir Baykurt’un adını görmek, insanı etkilemez mi? Evet, belki yeni bir okuyucu olarak her şeyi okuyordum ama anlamı pek düşündüğüm de yoktu. Bugün de dünyanın neresinde olursam olayım tabela okuma alışkanlığımın önüne geçemem. Bu da bana dillerini bilmesem de birçok abc öğrenme ilgisi verdi.

Sonra o yıl, 1966 yılı her ödünç alınan kitabı götürdükçe koltuğumun altına kara ciltli bir kitap daha sıkıştırmaya başladım. Yaz tatilinde köye dönmek çok zordu. Kitapsız ve sinemasız uzun, sıcak, usandırıcı bozkır günleri. Radyomuz vardı. Radyo dinleyicisi olmayı öğrendim. Radyo tiyatrosu, gündüz kuşağında arkası yarınlar...

Babam annem okuma yazmasızdı. Okuryazar olsaydılar bile ne işlerine yarayacaktı ki! Onların on kişilik bir ailenin yıllık yemesini içmesini karşılamak için günde 12-14 saat çalışma zorunluluğu vardı. Azıcık boş zaman bulsalar oldukları yere uzanıp hemen uyumaya çalışırlardı. Ama o yaz kitap al diye bana harçlık vermeyi hiç kesmedi babam. Sanıyorum benim bir şeyler okuyor olmam onları sevinçli ve gururlu kılıyordu. Okumak onlara göre “efendilik”in bir göstereniydi. İki odalı evimizde gaz lambasından başka ışık kaynağı yoktu. Babam benim için hayata –evin girişindeki üstü örtülü bölme/teras yataklı bir sedir yapmıştı. Sedirin üstü çadırla örtülüydü. Hayat denilen yerin yerden birazcık yüksekliği olurdu. Bu yüzden seki de denilirdi. Seki köyün sokağına -köyde sokak varsayılırsa- (!) açılıyordu; ama köyden uzam olarak bağımsız sayıyordum kendimi. “Kendine ait bir oda”ydı sanki. Yaz geceleri ikilere üçlere dek Kemalleri (Kemal Bilbaşar da içinde), Baykurtları, Reşat Nurileri, Hüseyin Rahmileri okudum o yaz.

Tam bu tümcede bir yazarın “Babamın Bavulu” söylevi geldi belleğime. Hayır kimsenin içine doğduğu ve yaşadığı yaşamı kıskanmıyorum! Bizde kıskanmak, imrenmek, çekememek, birinin kötülüğünü istemek diye bir şey yok. Sorunum bu düzeni düzenlerle. Ağzından ben adılını kaçırınca başını iki yana utanıp tövbeyle sallayıp “benliğe nalet (lanet)!” diyenlerin zamanlarında uzamlarında büyüdük. Bu yüzden de tekilliğimiz, kişilikliğimiz, benliğimiz çok erken yaşlarda kurulmaya gelişmeye başladı. Eğer o olumsuz bulduğumuz özellikler, duygulanımlar, algınamlar, tutumlar, tavırlar benliğimizde olsaydı bile bastırırdık. O zamanlara ek sonraları da onca Marx, M. Klein, Spinoza, Nietzsche, Deleuze, Foucault, Guattari –bu sıralama hep çok eksik kalır- okuduktan sonra insanda böyle bir duygu kalabilir miydi! Sınıfımı, öbeğimi obamı, boyumu soyumu çocukken bile hep bildim. Çünkü sınıf konumu her yerde her an karşımızdaydı. Bana kendisini bildirirdi durmadan. Trende “üçüncü mevki”deydik. Ucuz aşevlerine giderdik. Karnımızı temel olarak her zaman ekmekle doyururduk. Giysilerimiz hırpaniydi. Gülüşümüz bile yoksuldu. Edebiyatla sinema, felsefeyle siyaset benim bugün de bir kıyıya bırakamadığım sayrılıklarımdan. Bunun için de başka bedensel sayrılıklarım için de hekime gitmek istemedim hiçbir zaman. Afşarlar böylesi durumlarda “Deliii!” derler. Bu bir övgüdür her zaman.

“İLİŞKİSİZLİK KARA BİR DELİK”

• Okuyucularınızdan ne tür geri dönüşler aldınız?

Öncelikle söyleyeyim ki konumum açığa çıksın. Geleneksel kitap olarak üç çalışmam var. Bir de dergilerde yayınlanmış şiir, öykü, denemeler var. Yapıtlarım daha çok web’de yer alan kitaplar. Durum böyle olunca geri dönüşler de sınırlı oluyor. “Fakat Yol Üzerine Düşünceler” adlı incelemem yayınlandıktan sonra on on beş kişi beni aradı, buldu. Bazı topluluklarla bu yolla tanıştım. Hatta Ankara’dan taşınarak İstanbul’a gitmeme neden oldu. Tasarılar, internet yayıncılığı denemeleri. İtaatsiz org. ve Başıbozuk yayınlarında bugünde ulaşılabilen yapıtlarım var. Ancak şimdi elimde ondan fazla çalışmam var. Bunları isteyen arkadaşlara gönderiyorum. Arkadaşlar dedim, zaten ilişkide olmadığım insanların doğallıkla çalışmalarımdan haberleri yok. Ama Dede Korkut Oğuznameleri üzerine çalışmalarımı (Aruz Oluş, Akrebin Özkıyım Efsanesi, Deve Cemal’in Mor Gülü) bunları sevebilecek on beş yirmi kişiye okutmak isterdim. Bu kişilere ulaşmak ne hoş olurdu! Düzenin topluluklarımızı, tanış bilişlerimizi dağıtarak biz tek başına bıraktığı bu günlerde insana ulaşabilmek gerçekten yeteneklerin büyüklerinden biri. İlişkisizlik kara bir delik. Genci yaşlıyı yutuyor...

Hele Kinikler –Antisthenes, Diogenes, Krates, Hipparchia (Eski Greklerde rastladığım tek kadın düşünür, eylemci, gündelik yaşam kurucusu) ve ötekiler- üzerine bir inceleme olan Kıyıda Yaşayanla Ortalığa Kurulan’ı bu düzende, bu dayatılmış gündelik yaşamda sıkıntıları bol olanların okumasını isterdim. Bir roman olan Karşılaşmalar, 1980-2000 yılları arasında Evren faşizmine karşı elde tüfek savaşmış olan insanların sürgündeki yaşamları üzerine. İnsanın her koşulda yaşarken sevincini, dayanışmasını, özgürlük tutkusunu taşıması ve gülebilmesinin güzelliğiyle yoğrulmuş bir anlatı sayıyorum onu. Aynı zamanda değmeyecek insanlarla dayanışmaların, insana dokunamayan düşünceleri eylemek için güç ve çaba tüketmenin de bir anlatısı. Şiir denemelerime, bazı öykülerime sanırım yukarıdaki web adreslerinde ulaşılabilir. (çekinmeyin buklu, gramlı, iks ışınlı adreslerden değiller.) Ayrıca Hacı Bektaş Velayetnamesi üzerine bir çalışmam var: Issız Acuna Kaçış. Bu deneme bir siyaset incelemesi. Bu vurgu yersiz oldu bence. Çünkü siyasetin kesişmediği ne var! Çoğumuzun ölü saydığı bir alanda, Marksizm’deki 19., 20., 21. yy.daki eski tartışmaların gününüzdeki sorunlarla ilişkisi üzerine yazdığım Eski Tartışmalarda Taraf Değiştirmek adlı inceleme de yayıncısını bekliyor (çok bekler!). Bu incelemenin durumuna da diğer çalışmalarım gibi beklentisiz olarak bekliyor denilebilir. Bir arkadaş okumak istedi, yolladım. Bir kitaba sığmayacak denli çoğalttığım eleştirileri benim anlağımı genişletti. Bu tümceyi sakın beni övdü olarak anlamayın. Bazı lezzetli yemekler uzun uzun yoğrularak yapılır. Tarhana karıştırılmadan pişirilmez. Kalamalar ölü canlıyı yere vura vura hazırlanır. Ah bu benzetmelerin sapkın açıklamalarının her anlama ve anlatım sorununu ortadan kaldırmış duruşlarının gerçek olamayan kandırıcılıkları!

Ben artık yayıncılara elektronik dosya göndermekten bıktım. Epeydir onların beni araması beklentisi içindeyim. Çünkü bunlar yayınlanacak olsa bile kim okur acep diyen ilk kişi benim. Sorun okumak da değil. Okunanla, anlanılanla, duygulanılanla düzenlere karşı bir şey bir şeyler eyleyebilmekte. Elimde on beş kadar anlatı var derken ben utanıyorum; ama ‘iyi de bize gelen yüzlerce kitap dosyasını nasıl okuycaaz,’ diyen yayınevi sahiplerinin (ıssı)/maliklerinin (iyeleri), işsiz kalmış yüksek lisanslı, doktora öğrencisi seçicilerinin küçük anamalcı imgeseverlerinin doğru söylediklerine inanmıyorum. Onların niyetleri ve imgeleri para, ün, büyüklükle dopdolu. Bugün bir yerlerde görünür olmak da para biriktirmeyle sarmaş dolaş özelinde. Görünür olmadan paralı olunamaz. Bireyi ünlü yapmayan para tüketimi de amacından ayrı düşmüş bir boşunalıktır. Ellerine geçen her fırsatta boş niyetlerini, yazan emekçilere göstermek için erkliymiş güçlüymüş rollerinde yakaladıkları her anda “olmamış!” diye bağırışıyorlar. Olumsuzlama onların varlık nedeni gibi duruyor! Kişinin, benliğin, topluluğun onların da desteklediği ve şişinerek sürdürdükleri düzen tarafından dağıtıldığının ayrımında olmadan kendilerini şirketli büyük birey, büyük adam/kadın beğenmişliğiyle internet sokaklarında, reklam caddelerinde salınıyorlar. Bir yayınevi hiç olmazsa yılda 12 sayı, yaşayan yazarlardan kitap basmıyorsa yayınevi sayılır mı? Sayılır; çünkü onların ölçütleri ölçüleri başka; yayınevi değil şirket olmak. Yayın hakları zaman aşımına uğramış yazarların kitaplarının durmadan yeni baskılarını basarak Ezop’un öküze özenen kurbağasına dönüşmüş durumda çoğu. Burada banka yayınevi, holding yayınevi, devlet şirketi yayınevi gibi kurumlulardan hiç konuşmuyor yazmıyorum. Onların işletici yöneticileri zaten düzenin başoyuncuları. Son tümce birçok yayınevinin övüngen yöneticilerinin aslı olmayan yaylasında bin koyun ıssı gibi ‘benim yüzlerce yazarım var” diyerek şişinmesine karşı, “keşke ülke kentlerinde o kadar çok sayıda yazan insan olsaydı” diyeyim.

“YAZMAK YERLEŞİKLİK İSTİYOR”

• Ahmet Ateş için okumak/yazmak hayatın neresindedir?

Neresinde olacak, içinde göbeğinde, ortasında. Dağlarda okudum. Yollarda, yolculuklarda okudum. Uçakta bile okuduğumu anımsıyorum. Bu öne sürmeler elbette okuma için. Bir arkadaşım, göçebe, gezgin olmasına karşın her konumda yazabiliyordu. Doğrusu ona imrenirdim. Ama yazmak yerleşiklik istiyor. Oğuz tayfası göçebelik zamanlarında yerleşiklere “yatuk” derlerdi.

Doğaldır ki onların yaşam biçimine ters olduğundan yatuğun biraz da aşağılama anlamı var gibi. Bu anlamlandırmayı Türkiye’de kente göçten önce köylülerin kentlilerle dilden yemeye içmeye dek birçok alanda dalga geçmesinden devinerek kuruyorum. Hani Karl’ın “maymun’un anatomisi ancak insandan hareketle anlaşılabilir” dediği gibi.

Yazmak benden küçük bir ev, olabildiğince büyük bir kitaplık istedi hep. Ama ben göçebe tinliydim. Gezinip durdum kentten kente, ülkeden ülkeye. Yani yaşam devinmekse bu dolaşmaların içine sırt çantasında kitabı, kalın bir defteri, kalemleri de taşıdım. İnanılmayacak bir şey söyleyeyim tam burada. Evim olduğu zamanlar kitaplıkta en az yüz elli sözlük oldu. Okuduğum sürece sözlük topladım durdum. Hatta “Uygur dilinin grameri” bile vardı. Bitkibilim sözlüğü, Yer adları sözlükleri, Türkiye Ağız Sözlükleri, Tarama, Derleme Sözlükleri, Kıpçakça (Kodex Cunaicus) Sözlük, Çok az baktığım Sırpça-Türkçe Sözlüğe bile bayılıyordum. Bugünlerde Andreas Tietze’nin “Lügat”ını almamak için günde beş on kere “hayır!” çekiyorum. Oysa Simurg yayınlarından AE cildi yayınlanınca hemen alıp sonra arkası gelmeyince yıllarca yazıklanarak bu sözlüğü beklemiştim. Sanırım yaşamımı böyle kurdum ben. Yani yaşamı kişi kuruyor. Yoksa durağan değişmez bir yaşamın içinde konulmuş tıkıştırılmış nesneler, alışkanlıklar, tavır ve davranışlar yok.

Geceler içinde bulunduğum yaştan dolayı epeydir bölünüyor. Uykum bölündüğünde gülerek yataktan kaçıp çay demlerim. Masaya oturup beni ilgişten/meraktan çıldırtan yarım kalmış anlatıları, incelemeleri, araştırmaları okurum. Sonra gerekirse biraz uzanır ve uyurum. Buradan bakınca yaşam okumadan ayrı düşmüyor hiç. Uykuda bile okuduğum kitabın sorunlarını yinelemeli olarak anlağım dolaştırır durur. Bu yinemeler beni bıktırarak uyandırıp kaldırır. Yani uykuda bile okuma kendiliğinden sürer. Yazmak beni o denli etkilemedi. Yazmasam da olurdu. Yazma gereksinimi ağırlıklı olarak öğrenmek ereğiyle oluştu bende. Yazarak daha kolay ve derin öğrendiğimi kavradım. Ah, kendimi yazar saymadığımı da söylemeliyim!

Kaynak: BAŞKENT GAZETESİ - MAKBULE AKGÜL