Oyuncu, yönetmen Mustafa Avkıran sinemada, tiyatroda dizilerde görmeye alışık olduğumuz bir isim. Kınalı Kar’ın Cabbar Ağası, Yaprak Dökümü’nün Mithat Karası… Filmografisine baktığımızda film, dizi ve tiyatroda çok sayıda karaktere hayat vermiş bir isim kendisi. 42 yıllık sanat hayatına çok sayıda eser sığdırsa da Türk seyircisinin hafızasına ‘Cabbar Ağa’yla kazındı. Son günlerde onu oyunculuk kadar heyecanlandıran biri iş daha var: ‘KentFest’

Etimesgut Belediyesi’nin bu yıl ikincisini düzenlediği uluslararası festivalde eşi Övül Avkıran’la birlikte eş sanat yönetmeni olarak görev yapıyor. Festival daha başlamadan çoğu biletin bittiğini söyleyen Avkıran, Eryaman- Etimesgut seyircisinin de farklı olduğunu düşünüyor.

Mustafa Avkıran www.baskentgazete.com.tr Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Nursel Dilek Manavbaşı’nın sorularını yanıtladı.

-Oyunculuk kariyerinizden başlamak isterim. Nasıl başladı oyunculuk serüveni?

Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunuyum. 40 yıl kadar devlet tiyatrolarında oyunculuk, yönetmelik ve müdürlük yaptım. 1995'te Övül Avkıran’la birlikte 5. sokak diye özel bir tiyatro kurduk. Orada bir mekân dönüştürme projesiydi, bir garajı tiyatroya çevirmiştik. Sonra bizim mekanlarla, oyunlarla ve oyunculukla ilgili hikayemiz derinleşti. 1999'dan beri de uluslararası çalışan bir çiftiz.

-Ailede var mıydı oyuncu?
Babam Astsubay, annem ev hanımı. Yani annem lise mezunuydu, cahil bir kadın değildi; ama işte tipik Türk erkeği babam, çalışmasına izin vermemiş o da bizi büyütmüş.
-Asker bir baba, oğlunun oyuncu olmasını istedi mi?

O dönemler oyunculuk tanımları o kadar belli değil. İş garantili bir meslek değil. Her ailenin o zamandan beri tek hayalidir ‘Tıp Fakültesi’ne girsin, oğlum doktor olsun’. Hem halka hizmet etsin hem insana faydalı olsun. Benim de ilk tercihim tıptı onlar da çok ısrar ediyorlardı. Bir taraftan İstanbul Devlet Konservatuarı’nın sınavını kazandım bir taraftan da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin oyunculuk bölümünü. İstanbul'u seçtim tabii, oyunculuk okumaya karar verdim. Annem de babam da tabii kızdı, annem daha çok reaksiyon gösterdi. Ben de ona dedim ki ‘Bak orada da kazandım burada da kazandım; benim yolum belli olmuş yani oyuncu olacağım direnmenin manası yok.’ Tabii üzüldü; ama sonunda kabul etti, ölene kadar da bunun keyfini yaşadı.
-Kaç dizi ya da kaç filmde rol oynadınız?

1980’de Ziya Öztan'ın ‘Ateşten Günler’ diye TRT için çektiği diziyle başladım. 23 yaşındaydım. TRT tabii o zamanlar daha elitist bir kanal, şimdiki gibi reyting alsın, popüler olanlar ya da selebritler olsun falan değil. Çok güzel işler yapıyor, kamu hizmeti yapıyor. Tabii bizde çok güzel işler çektik. Kemal Gökhan Gürses'in Zontelektüel Abdullah diye bir çizgi romanı vardı. Orada oynamıştım, Ayaşlı ve Kiracıları vardı yani çok fazla işte oynadım bunlar aklıma gelenler, sayı olarak bilmiyorum.

-Ancak sizi insanlar en çok Cabbar Ağa karakteriyle tanıyor sanırım…
Aynen Kınalı Kar benim için bir milattır. Popüler kültürle tanıştığım, insanların yolda çevirdiği, fotoğraf çektirdiği bir oyuncu olma süreci onunla başladı.

-Peki sizi sinemada, dizilerde, tiyatroda izledik. İçinizde ukde kalan bir rol var mı? Yapmak istediğiniz ya da keşke bu rolü ben oynasaydım dediğiniz?

Yok yani bazı rolleri hani oynamak isterdim diye içimden geçmiştir; ama hiçbir zaman ben öyle bir oyuncu olmadım. Hani bütün oyuncular Hamlet oynamak ister, benim hiç öyle bir durumum olmadı. Kendimle barışık bir adamımdır. Ama reddettiğim rol çoktur. Mesela bir tane iş var ismini vermiyorum, 13 bölümü zor bitirdim. Sonra ‘Beni öldürün’ dedim hemen öldürdüler zaten. Çünkü ne ekip ne senaryo ne kanal hiç mutlu olduğum bir yer değildi. Ancak en zor kabul ettiğim rol Leyla'daki Neco karakteriydi. Küçük bir oğlum var 10 yaşında. İlk daha açılış sahnesinde kızı küvette boğan bir tane adam! Yani şimdi o adamı oynamak o kadar zor ki kendi çocuğunuz da varsa. Ama çok direndim oynamayayım diye bir taraftan Hilal Saran bir taraftan Kerem Çatay bu rol senin dediler, oynadık.

-KentFest genel sanat yönetmenisiniz. Erdal Beşikçioğlu’yla tanışıklığınız nereye dayanıyor?

Eşim Övül’le Erdal ve Elvin Beşikçioğlu dönem arkadaşları, Ankara Devlet Konservatuarı’ndan Hacettepe'den. Ben de 1993 yılında Erdal ve Elvin'in devlet tiyatrolarına giriş sınavında jüri üyesiyim. Yani onları tiyatroya seçip alan jürinin içindeyim. Ama sonra biz Erdal ve Elvin’le de çalıştık. Belediye Başkanı olduğunda beni aradı. Uluslararası Tiyatro Festivali hayalinden bahsetti. Bizde Berlin'deydik 2018'de Berlin'e taşındık. ‘Usta bir gelsene bir iş konuşacağız’ dedi ve geldim. ‘Uluslararası tiyatro festivali hayalim var bu ilçeye 20-25 yıldır sanat ve kültür neredeyse hiç uğramamış. Burası bayağı âtıl bir taşra kasabası gibi yönetiliyor. Kentin sanatla buluşmasını kültürle daha sıkı ilişki kurmasını istiyorum bu festivali de siz yapacaksınız’ dedi.

ANKARA ARTIK YENİYLE DAHA ÇOK TANIŞIYOR”

-Ve şimdi de ikincisini yapıyorsunuz?

Evet, geçen yıldan çok daha büyük bir festival yapıyoruz çünkü ikinci bir sahne açıyoruz. Buradaki fuaye sahnede temsiller, söyleşiler yapıyoruz. Atölye çalışmaları, konserler... Müthiş bir içerik var. Yani biz basın toplantısını yapmadan önce 5 tane gösterinin biletleri bitmişti daha kimseye haber vermeden.

-Geçen yıl nasıldı?

Yani biten biletlerimiz vardı; ama daha festivale başlamadan 10 gün 15 gün kala böyle bir hareket yoktu. Bu yıl belediye şöyle bir yeni bir uygulama yaptı. Biletlerin bir kısmını dezavantajlı gruplara davetiye usulü vermeye karar verdi. Onun dışında satışa çıkan biletlerin yüzde 70'i bitti. Çok iyi, çok heyecan verici.

-Sizin Ankara ile bağınızı bilmiyorum; ama Ankara için hep tiyatro sanatçıları ‘Ankara seyircisi başkadır’ der. Katılıyor musunuz?

Onun için de söyleyişi yapıyoruz ‘Ankara seyircisi gerçek mi mit mi?’ diye öyle bir söyleşimiz var. Yani vallahi ben Ankara'yı bilmem ama bildiğim bir şey var Eryaman seyircisi acayip. Ankara'da devlet tiyatrolarının burada kurulmuş olmasından dolayı yani 1940'lardan itibaren yerleşik bir seyirci var. 3-4 kuşak bayağı bildiğiniz tiyatro seyircisi var. Bir tek eksiği vardı bence ödenekli tiyatroların bir tiyatro dili vardır onlar kamusal alanda sanat yaptıkları için biraz daha konservatif diyelim, tutucu diyebilirim yani daha geleneğe bağlı. Yani bugün dünyada ne oluyor takip etmek yerine işte klasikleri hakikaten alışıla geldiği gibi, Türk oyunlarının 1960-1970 versiyonlarını yapmak gibi, yeniye çok açık değildir kurumlar. Ha bu yok mu hayır tabii ki vardı çok da iyi ve çok da güzel şeyler var; ama sanıyorum son 10 yılda yani şimdilerde yavaş yavaş artık işte yeni sahnelerin açılmasıyla, Erdal’ın bu işi başlatmasıyla, Çankaya sahne ile Cernmodernle, etkinliklerle yeniyle daha çok tanışıyor Ankara.

-Yeterli mi Ankara’da tiyatro sahnesi?

Ben bunu söyleyebilecek kadar Ankaralı değilim.

Geçtiğimiz günlerde Kızılcık Şerbeti dizisine bir soruşturma başlatıldı, Manifest grubu yaptığı sahne şovundan dolayı, Mabel Matiz şarkı sözlerinden dolayı. Bunları nasıl yorumlarsınız?

Bunun adı sansür. Yani sanatçı iş üretirken ‘iç tepi’ diyoruz iç görü. Kişinin, sanatçının bir derdi var, bir şey söylemek bir şey yapmak istiyor. Tiyatroda da dizi de müzikte de böyle. Hele müzikte hele edebiyatta sanatçının alıcısıyla, sanat alıcısıyla ilişkisi daha sonra oluşuyor. Manifest grubundaki kızların kostümleri. O kızlar öyle yaşamıyorlar ki kızların sahne kostümleri.

Fotoğraf: Muhammed Ali YAHŞİ

Muhabir: Nursel Dilek Manavbaşı