Önceki yazımızda, 'Batıcılık' cereyanının ülkemize ilk olarak Tanzimat döneminde toplumun üst kesiminin Avrupa yaşam tarzına özenmesiyle geldiğini belirttikten sonra, o dönemin 'Batıcıları'nın, Avrupalı gibi olmak isterken o ülkelerin tarihsel gelişmelerinin altında yatan sosyo-ekonomik gerçekleri araştırıp öğrenmek ve gelişmenin gereklerini yerine getirmek yerine 'taklitçilik'le yetindiklerini söylemiş...

Hemen ardından eklemiştik:

'Halkın geleneklerine bağlı ve isteseler de üst katmanlar gibi yaşayamayacak olan kesimleri ise bu olay karşısında 'Batılılaşma' düşmanı bir tutum benimsemişler ve geçmiş üstünlük dönemlerinin hayallerini yaşatan bir folklorün etkisi altında eski alışkanlıklarına sıkı sıkıya sarılmışlardır.'

***

Osmanlı döneminin 'ümmet kültürü'nün uluslaşma karşısında direnmesine yol açan bu tür bir 'Batı düşmanlığı', aslında 'Tanzimat Batıcılığı'na karşı çıkarken onu güçlendirmiştir...

Çünkü her ikisi de ülkede uluslaşma sürecine karşı bir işlev görmüştür...

'Batılılaşma'nın 'uluslaşma', uluslaşmanın ise feodal kalıntıları tasfiye ederek milli bir ekonomi yaratma ile ilişkisi ilk olarak İttihat ve Terakki döneminde gündeme gelmiş, ama bu süreç söz konusu yönetimin tutarsızlıkları ve Almanya safında Birinci Dünya Savaşına katılması sonucu güdük kalmıştır.

***

Burada bir noktayı özellikle belirtmek gerekmektedir...

'Batılı' emperyalist ülkeler açısından bakıldığında, Türkiye'nin bir zamanlar kendilerinin gittiği yoldan giderek sanayileşmesi, milli ekonomisini yaratması ve 'Batılı' ülkelerle eşit hale gelmesi hiç de arzu edilen bir şey değildir... Çünkü bu yol, ister istemez, onların ülkeyi egemenlikleri altına alma ve sömürme emelleri ile çelişecektir...

Gerçekten de bu böyle olmuş, Türkiye'nin verdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı, hem 'Batılı' emperyalistlerin hem de onların vurucu gücü olan 'Batı'nın şımarık çocuğu' Yunan yayılmacıların ülkeden kovulması ve ülkenin kalkınması sonucunu doğurmuştur.

***

Şunu da belirtelim ki, ülkenin işgal edildiği dönemde bu iki farklı yaklaşım arasındaki çelişki bir süre askıya alınmış, işgalden yana olanlar ile işgale karşı mücadele edenler arasındaki zıtlık öne çıkmıştır...

Bu ayrışma sırasında Batı hayranı bazı 'Tanzimat Batıcıları' ile 'işbirlikçi muhafazakar kesim' emperyalistlerin saflarında yer alırken 'Batıcı' aydınların bir bölümü ile 'Batı karşıtı' gelenekçi kültürün bazı temsilcileri milli kurtuluş mücadelesi boyunca ittifak yapmışlardır...

Bu olay da meselenin özünün ne olduğunu ortaya koymaktadır.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, kazanılan zafer sonrasında aydınlar arasında yaygın 'Tanzimat Batıcılığı' ile 'gelenekçi tutuculuk' arasındaki çelişkinin olumlu bir şekilde aşılabilmesi için her iki kesimin de dönüşmesi gerektiğini düşünmüş ve bu düşüncesini 20 Mart 1923'te, yani Cumhuriyetin ilan edilmesinden önce, Konya'da gençlerle yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir:

'Milletimizin tarihini, ruhunu, ananelerini, salim, dürüst bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hala ve hala aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avam (halkın geleneklerine düşkün alt kesimi) arasındaki mutabakat sağlanabilmiş değildir. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini hızlandırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade aydınlara düşen bir görevdir.' (Bu konuşmadaki bazı sözcükler tarafımızdan bugün kullanılan sözcüklere çevrilmiştir -EG.)

Cumhuriyetin ilanı, laikliğin benimsenmesi, tarımın gelişmesini önleyen 'aşar'ın kaldırılması, toprak dağıtımı yoluyla köy ekonomisinin modernleştirilmeye çalışılması, ülke ekonomisini geliştirmeyi amaçlayan sanayi alanındaki hamleler, 'Tevhid-i Tedrisat Kanunu aracılığıyla eğitim reformunun gerçekleştirilmesi, medeni kanunun kadınlara eşitlik sağlayacak şekilde değiştirilmesi , Kıyafet Kanunu'nun çıkarılması gibi reformlar, hep bu görevin yerine getirilmesi amacıyla yapılmışlardır.

(Devam edecek)