Bir önceki yazımızda Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş savaşı sırasında kazandığı zaferlerden söz ederken, 'Bu zaferler, akla ve bilime dayalı 'Cumhuriyet projesi' ile desteklenmemiş olsaydı, cephede kazanılan tüm askeri başarılar, iç cephedeki güçlü muhalefetin onun önüne çıkardığı engelleri aşmaya yetmez, dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa 'Atatürk' olamazdı' demiştik...

Bu noktada, Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf'un Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet ile Arap dünyasında kurulan başarısız cumhuriyetler arasındaki farka dikkat çeken sözlerini de hatırlamakta yarar var... Maalouf, 'Ölümcül Kimlikler' adlı kitabında bu başarısızlığı vurguladıktan sonra şunları söylüyordu:

'Doğu'da pek az insan Atatürk'ün bir yandan Avrupalılara karşı canla başla mücadele verirken, bir yandan da Türkiye'yi Avrupalılaştırmayı düşlemesini bir çelişki olarak değerlendirir. O herhangi bir tarafa karşı savaş vermemiştir, bir yerli olarak değil, diğer herkesle eşit bir insan olarak saygı görmek adına mücadele etmiştir.'

***

Maalouf, 'Türkiye'nin Avrupalılaşması'ndan söz ederken bizde Tanzimat döneminde moda olan 'Batı hayranlığı'ndan söz etmiyordu...

O tür hayranlığın en yaygın olduğu yer, aslında Osmanlı sarayıydı...

Son dönem Osmanlı padişahları sırtlarında redingotlarla gezer, sarayda batı müziği dinler, Sarah Bernhardt gibi ünlü sahne sanatçılarını davet eder, ama ülkelerini 'Doğu despotizmi' olarak nitelenen yöntemle yönetirlerdi... Bunu yaparken, memurlarının. askerlerinin maaşlarını ödemek için Batılı mali kurumların eşiklerini aşındırır, her türlü tavizi verirlerdi.

***

Atatürk için Avrupalılaşmak, uygarlığın ulaştığı en ileri noktaya ulaşmak anlamına gelmekteydi...

O noktaya ancak üreterek, insanları bilimsel yöntemlerle eğiterek, ülkeyi kalkındırarak varılabilir ve ancak o zaman silahla kazanılan bağımsızlık korunabilir, bize efendilik taslayan 'Avrupalılar'la eşit koşullarda ilişki kurulabilirdi...

Aksi takdirde, Lord Curzon'un Lozan'da İngiltere'nin kabul görmeyen talepleri ile ilgili olarak İsmet İnönü'ye söylediği gibi o talepler 'cebe konur', 'kredi almak için' kapı aşındırıldığında cepten çıkarılarak uygulamaya sokulurdu!

***

Atatürk'ün büyük savaşlar kazanan ama sonunda ülkelerini felakete sürükleyen bazı liderlerden farkından söz ederken onun savaşı 'akla ve bilime dayalı bir toplum projesi' ile birleştirdiğini vurgulamıştık...

Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos zaferinin ikinci yıldönümünde (1924) Dumlupınar'ın savaşa sahne olan Çal tepesinde yaptığı konuşmada bu anlayışını şöyle ifade eder:

'Efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün varlığıyla, ilim ve fen alanındaki seviyeleriyle , ahlaklarıyle, kültürleriyle, kısaca bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle çarpıştığı bir imtihan alanıdır (...) Bu sebeple meydan savaşında yenilen taraf, milletçe ve memleketçe bütün maddi ve manevi varlığı ile mağlûp edilmiş sayılır (...) Çökme ve yok olma yalnız savaş alanında bulunan orduya münhasır kalmaz, asıl ordunun mensup olduğu millet feci akıbetlere uğrar, tarih başlarındaki taçlıların, haris politikacıların, bir takım hayali emellerin vasıtası mevkiine düşen iskilacı orduların, istilacı milletlerin uğradığı feci akıbetlerle dopdoludur.'

***

Kısacası...

30 Ağustos zaferi ve ardından yaşanan 'modernleşme süreci', yıllarca ardı ardına gelen savaşlarda yenilen, dağılan, parçalanan, en sonunda Anadolu'da istilaya uğrayıp yakılıp yıkılan bir ülkenin yorgun ve umutsuz milletinin...

Akıllı, namuslu, dirayetli, bilime inanan, fetih peşinde koşmak yerine 'uygar insanlık' ailesinin saygın bir ferdi olma davası güden, aynı zamanda askerlik sanatında 'deha' düzeyinde üstünlük sergileyen bir liderin yönetimi altında gerçekleştirdiği 'mucize'nin ve bu mucize sonucunda savaştığı düşmanları tarafından bile saygı gören uygar bir topluma dönüşmesinin hikayesidir...

Tüm hikaye, bitmemiştir ve bitmeyecektir.