Önceki yazımızda Türkiye’de 1930’lu yıllardan itibaren hızlanan tarımsal sanayi alanındaki gelişmelerin 1960’lı ve 70’li yıllarda da devam ettiğini...

Bunda İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın eksikliğini duyduğu tarım ürünleri ve çeşitli ham madde ihtiyacını karşılamasının da önemli payı olduğunu...

Ancak 1970’li yılların ortalarından başlayarak petrol krizinin de etkisiyle dünyada önemli değişimler yaşandığını, bu gelişmelerden Türkiye’nin de etkilendiğini söylemiştik.

***

Bu değişimi anlayabilmek için Türkiye’nin 1930’lu yıllardan 1980’li yıllara kadar yaşadığı siyasi değişim ile ekonomik gelişim arasındaki ilişkiye bir göz atmamız gerekiyor...

Türkiye’de 1930’lu yıllarda “devletçilik” politikasıyla başlatılan sanayileşme projesi aslında özel sektörün bir alternatifi olmaktan çok ona destek olma amacını taşıyordu. Özel sektörün sanayi alanına girmekteki isteksizliğinin ya da sermaye yetersizliğinin bir sonucu olarak yatırım yapmadığı ancak milli ekonomi açısından önem taşıyan bazı alanlarda devlet öncülüğü ele alıyordu. Bu nedenle ekonomik yapı “karma ekonomi” olarak tanımlanıyordu...

Dolayısıyla “devletçi” olarak tanımlanan İnönü döneminde izlenen yatırım politikalarıyla “liberal” olarak tanımlanan DP ve AP döneminde izlenen ekonomik politikalar arasında çok fazla fark yoktu. Fark, daha çok İnönü dönemindeki kamu yatırımlarının büyük ölçüde iç kaynaklardan karşılanması, 1960’lı yıllardan sonra yapılan yatırımların ise büyük ölçüde dış kaynaklara ve borçlanmaya dayanmasıydı.

***

Nitekim bu döneme ait çeşitli istatistiklere baktığımızda gördüğümüz tablo şudur:

Sanayileşmenin göreli olarak hız kazandığı 1960’lı yıllardan 1980’li yılların ikinci yarısına kadar hem kamu yatırımları hem de özel sektör yatırımları birlikte yükselmiş, ancak 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren GSYİH içindeki kamu yatırımlarının payı yüzde 12’den yüzde 3.4’e kadar düşerken özel sektör yatırımlarının payı yüzde 9.3’ten yüzde 17.6’ya kadar çıkmıştır...

Tarihler ve istatistikler, Türkiye’de gerçek “neo-liberal” politikaların uygulanmaya başlanmasının Özal iktidarının “özelleştirme” politikalarını uygulamaya koyduğu tarihe denk geldiğini göstermektedir.

***

Bu değişim, dünyada ilk kez Şili’de 1974 yılında yapılan askeri darbeyle sosyalist Allende hükümetinin devrilmesi sonucu “Şikago Çocukları” olarak tanımlanan ABD’li neo-liberal ekonomistlerin geliştirdiği özelleştirme programının uygulamaya konmasıyla başlamıştı...

Türkiye’de de 12 Eylül askeri darbesi öncesinde bu programın savunucusu Turgut Özal, ABD’nin baskısıyla AP’li Başbakan Demirel tarafından ekonominin tek yetkilisi olarak görevlendirilmiş ve 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan “Şili Programını” uygulamaya çalışmıştı...

ABD’nin “Bizim Çocuklar” olarak adlandırdığı 12 Eylül darbecileri bu uygulamaya karşı yükselen tepkileri bastırma görevini de yerine getirmişlerdi. Cuntanın başı Kenan Evren, bu olayı “Biz olmasaydık 24 Ocak Kararları uygulanamazdı’ sözleriyle itiraf etmişti.

***

Darbenin ardından yaşanan çok partili rejime dönüşte Turgut Özal Başbakan olmuş ve uygulamalarını sürdürmüştür...

1990 yılında Doğu Blokunun parçalanması ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından bu uygulamalar küresel bir boyut kazanmış ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Çiller, Ecevit gibi değişik siyasal renklere mensup politikacılar yaşanan krizlere karşı aynı “neo-liberal reçeteleri” uygulamaya koymuşlardır...

Bu uygulama AKP tarafından da bazı rötuşlar yapılarak devam ettirilmiştir.

***

Peki, biz o zaman neden neo-liberal politikalara dönüşün çare olup olmayacağını tartışıyoruz?..

Bunun nedeni, AKP döneminde uygulanmaya çalışılan “İslami nas” politikaları nedeniyle küresel neo-liberal kurumlar ve şirketlerle AKP yönetimi arasında sorunlar çıkmış olmasıdır...

Bu sorunların kaynağında ise AKP’nin iktidar olduğu yıllarda Türkiye’ye yönelen sıcak para akımının 2008 dünya finans krizinin ardından azalarak durma noktasına kadar gelmesi yatmaktadır. AKP iktidarı bu açığı İslami bir söylem kullanarak Katar, Suudi Arabistan BAE gibi ellerinde bol miktarda petro-dolar bulunan devletlerden gelecek fonlarla kapatma girişiminde bulunmuş, ancak bu girişim başarılı olmamıştır. Bunun üzerine Batılı finans çevreleriyle onların koşullarına uygun yeni bir anlaşma yapma zorunluluğu doğmuştur.

(Devam edecek)