Son yazımızda liberal ve neo-liberal ekonomistlerin “dışsal” müdahalelerin olmaması durumunda piyasaların rekabetin “görünmez eli” ile kendi iç düzenini sağlayabileceğini savunduklarını, buna karşın bu teorinin yanlışlığının Birinci Dünya Savaşı ile ortaya çıktığını söylemiştik...

Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu teori özellikle etkili bir ekonomist ve siyasetçi olan Keynes tarafından eleştirilmiş ve o zamana kadar “dışsal” bir unsur olarak görülen devletin piyasalara müdahale etmemesi durumunda yeni küresel krizlerin yeni bir dünya savaşına yol açabileceği düşünceleri siyasi çevrelerde taraftar bulmaya başlamıştı...

Bu yaklaşım, ilk olarak 1929-30 dünya buhranı sırasında ABD’de yürürlüğe konmuş, Roosevelt yönetimi hem işsizliği önlemek hem de tıkanan pazarları hareketlendirmek için sosyal amaçlı yatırımlara o zaman için büyük sayılabilecek fonlar ayırmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin dünyanın üçte birine yakın bir bölümünde egemen hale gelmesi üzerine Keynes’in kuramları özellikle savaş sırasında sanayileri ve alt yapıları önemli ölçüde yıkılmış Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde kabul görmüştü.

***

Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve  İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan bu eğilimin temsilciliğini Avrupa’da sosyal-demokrat partiler yapmaktaydı. Sosyal devrim düşüncesini bir kenara atarak komünistlerle aralarına mesafe koyan bu partiler, o dönemde reformlar yoluyla emekçi sınıfların ekonomik ve sosyal gelişmelerinin sağlanabileceğini, reformların ise devlet sektörünün gelişmesiyle hayata geçirilebileceğini savunuyorlardı...

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya çapında yaygınlaşan bir diğer siyasal eğilim ise “milli bağımsızlık” eğilimiydi...

Sömürgelikten ya da yarı-sömürgelikten yeni kurtulan ülkeler, yeniden emperyalizmin pençesine düşmemek için siyasal bağımsızlığın yanı sıra ekonomik bağımsızlığı da kazanmanın önemini görmüşler ve bunun yolunu devletçilik yoluyla milli ekonomilerini güçlendirmekte aramaya başlamışlardı.

***

O dönemde sosyalist bloku kuran ve dünyanın yaklaşık üçte birine egemen olan Sovyetler Birliği bu gelişmeleri değerlendirmek amacıyla Avrupa’daki sosyal reformculara destek oluyor; “üçüncü dünya”nın milliyetçi liderlerine “devletten devlete” sağlanan krediler ve “ürün karşılığı ödenen sanayi tesisleri kurma” yoluyla yardımlar yapıyordu...

1929 buhranına kadar ekonomide liberal bir çizgi izleyen ve ekonominin gelişmesi için “dışarıdan gelecek krediler” ile “milli kapitalistlere” güvenen Türkiye de bu gelişmelerden etkilenmişti. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra devlet kredileriyle desteklenen girişimciler, kısa yoldan küresel şirketlerin acentalığını alarak ya da aldıkları kredileri genel ekonomiye yarar sağlamayan müteahhitlik gibi işlerde kullanarak yalnızca kendilerine ve “dışarıdaki” ortaklarına yarar sağlamışlardı.

***

Türkiye’de “devletçilik” akımı 1923-1929 yılları arasında uygulanan bu politikanın, yani liberalizmin eleştirisiyle başladı...

Başlangıçta bir dönem Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde çalışan ancak daha sonra komünizmin bir ütopya olduğu sonucuna vararak “Kemalizm” saflarına geçen Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör gibi eski komünistlerin “Kadro” dergisi etrafında oluşturdukları “devletçi” eğilim, 1929 buhranından sonra devleti yöneten CHP kadroları içinde hızla yaygınlaştı...

Cumhurbaşkanı Atatürk’ün yönlendirmesi ve özellikle Başbakan İsmet İnönü’nün bu projeyi benimsemesiyle bu eğilim devlet politikası halini aldı. 1930 yılında Başbakan İnönü’nün uzun ve kalabalık bir yönetici grubuyla Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi sonrasında bu eğilimin başına geçmesiyle hızlanan “devletçilik” uygulamaları, önce tarım kesimindeki kooperatif örgütlerin güçlendirilmesi, daha sonra bunların da katılımıyla tarımsal sanayi işletmelerinin kurulmasıyla Türkiye’nin ilk gerçek sanayileşme hamlesini başlattı.

***

Bu gelişmeler bir süre sonra CHP’nin tarım sektörünü milli ekonominin temeli haline getirme ve bu temel üzerinde ağır sanayiyi geliştirme politikasının temelini oluşturdu...

1946 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oldukça radikal bir Toprak Reformu Kanununu TBMM’den geçirmeyi başarması bu politikanın uygulanması ile yakından bağlantılıydı. Ancak o tarihten sonra Türkiye’nin ABD’nin etki alanına girmesi ve CHP’nin kendi içinden “liberal” Demokrat Parti’yi doğurması sonucunda bu proje uygulanamadı...

İnönü, “Ben gerçekçi bir politikacı olarak sınırlarımı bilirim” diyerek kendi çıkardığı Toprak Reformu Kanunu’nu rafa kaldırdı, ancak bu gerici tutum onun iktidarını korumasını sağlayamadı. 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle “liberalizm” bir kez daha devletin temel politikası haline geldi.

(Devam edecek)