Tam 21 yıl önce…

Sıcak bir Temmuz günü (14 Temmuz 1998), o güzelim Ankara yaz akşamlarının limonata tadındaki esintisine bırakmış yerini.

Tunalı Hilmi Caddesi'nin kıyısındaki Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale Çalışanları Vakfı'nın (TOBAV) Lokali'nde, teras kısmında, açık havada tiyatro sanatçılarıyla bir masada buluşmuşuz Erhan Gökgücü'nün çağrısıyla.

Erhan Gökgücü, Rahmi Dilligil ve Mümtaz Sevinç'leyiz…

Konumuz elbette tiyatro…

Bir ara Mümtaz Sevinç, o ana kadar konuştuklarımızı eliyle şöyle bir kenara itiverircesine, Gökgücü'nün omzunu okşayarak dedi ki:

'Erhan'cığım, biliyor musun kimi oynuyorum?'

Erhan merakla baktı yüzüne:

Dedi ki Mümtaz:

'Neyzen'i…

Neyzen Tevfik'i!'

O an, bütün dikkatimi hızla, o akşam, o masada ilk kez tanıştığım Mümtaz Sevinç'in yüzüne odakladığımı unutmam.

Baktım da yüzüne, nasıl heyecanlıydı, gözleri nasıl da ışıl ışıldı. Belli ki, sahnede Neyzen rolüne girmek müthiş bir büyü onun için… Kaptırmış kendini… Başlamış kendince bir Neyzen olmaya…

Zaten, rolünde başarılı olmak bu büyüyü yaşamakla olmaz mı?

Mümtaz Sevinç de onu görmüştüm…

Sonra söyledikleri, o ışığın bende yarattığı etkiyi onayladı… Benim o an bir yanılsama yaşamadığımı gösterdi…

Niçin gösterdi diyorum?

Bir ayrıntıda gizli hepsi…

Tiyatro oyununda sahnedeki oyuncunun ney çalması gerekiyordur. Alır neyi. Tutar ağzına. Bilmiyordur ama çalmayı… O arada kaset (artık bilgisayar) devreye sokulur… Seyirci yanılsama yaşar. Sanki oyuncu çalmaktadır. Oysa usta bir ney sanatçısının çaldığı neydir seyircinin dinlediği…

Mamtaz Sevinç, geçen yüzyıl Türkiye'sinin en büyük taşlamacısı ney ustası Neyzen Tevfik'i sahneye taşırken ney çalamıyor olmayı, sesin kasetten çalınmasını istemiyor…

'Oyunun hazırlıklarına başladım' dedi, 'Ney çalışıyorum. Ney çalmayı öğreneceğim önce…'

Sordum Mümtaz Sevinç'e:

'Peki, oyunu kim yazdı?'

Dedi ki:

'Tuncer Cücenoğlu.'

***

Edebiyat, popülizm açısından geçen yüzyılın başlarındaki yerini giderek görsel-işitsel sanatlara (Yok canım fotoğraf, resim, heykel değil, öyle olsaydı keşke…) bırakmıştır. Tiyatro… Derken sinema… (Bunlara da itirazım yok da…) Sonra da televizyon dizileri…

Bundandır ki, hiç popüler olmamıştır, adı çoğu edebiyatçı tarafından da bilinmez. Tuncer Uçarol diye bir insan yaşadı yeryüzümüzde…

Son yıllarda her şeyle olduğu gibi, bakanlık adlarıyla da o kadar oynandı ki, şimdi adı nedir bilmiyorum ama Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nda çalışıyordu.

Tandoğan'da…

Son seçimlerde, halkın parasının boş yere harcandığı genel seçim havasındaki İstanbul seçimlerinde 'veri akışı' yapmamasıyla iyice 'meşhur' olan AA'nın hemen yanındaki binada…

İşinin dışındaki zamanlarını edebiyatla dolduruyordu. Edebiyatımızın büyüteç tutulmamış yanlarına büyüteç tutuyor (Örneğin coğrafi dokunun şiirdeki durumunu inceliyordu), okuduğu şiir kitapları üzerine ayrıntılı günlükler yazıyordu.

***

2013 yılının Ekim'i…

26 Ekim Cumartesi…

Kurtuluş'ta, Dedeefendi yokuşunun bittiği yerde, Altay Sokak'ta oturuyorum…

Sabah kalktım ki, internete bağlanınca öğrendim, Tuncer Ağabey'i (Uçarol) yitirmişiz. Henüz yazacakları varken, birden almış onu bizden kanser… Öğleyin, Kocatepe Camisi'nden kalkacak cenazesi…

Gitmeliydim…

Hazırlanırken telefon geldi. Şair arkadaşım Murat Karacan arıyordu.

Ne mi dedi?

'Tuncer Cücenoğlu ölmüş, duydun mu?'

Öğle namazından sonra yapılacak cenaze törenine gideceksem, beni arabasıyla almak istiyordu, beraber gidelim diye… Addaki yanlışını düzeltmeye falan kalkmadım. Birlikte gittik Tuncer Ağabey'in cenaze törenine…

***

Yıllar sonra yine bir Temmuz ayı…

Ortası hem de…

Tunalı Hilmi Caddesi'nin kıyısındaki lokalde falan değilim. Uzak bir kentteyim. İzmir'de…

Akşamın limonata esintilerine çok var daha...

Türkiye Yazarlar Sendikası'ndan (TYS) gelen bir elektronik mektup…

Tuncer Cücenoğlu uçmuş sonsuzluğa…

Kirli güncel siyasetin emrindeki medyadan duymamıştır kimse…