Beyrut Limanı antrepolarında saklanan tonlarca patlayıcı maddenin infilak etmesinin yankıları sürüyor...
Olayın ardından herkes sorumluluğun kimde olduğunu tartışıyor...
Ve doğal olarak bu tartışma, siyasi-etnik-dinsel mücadelelerin bir parçası haline geliyor.
***
Bu kargaşa içinde Habertürk'ten Kürşad Oğuz, olayı objektif bir biçimde yorumlayabileceğini düşündüğü Lübnanlı ünlü yazar Emin Maalouf'a patlamayla ilgili fikrini sormuş...
Maalouf, doğup büyüdüğü, eğitim gördüğü ve gazeteciliğe başladığı Beyrut'u 1975 yılında başlayan iç savaş sırasında terk ederek Fransa'ya yerleşmiş bir yazar... Beyrut'u terketmiş ama onunla bağını hiç kesmemiş...
Tüm dünyada bir çok dile çevrilen romanlarında kenti tarihsel ve toplumsal yönleriyle adeta gergefte nakış işler gibi işlemiş...
Maalouf'un en ünlü romanlarından biri 'Doğu'nun Limanları' adını taşıyor...
Kitapta, Abdülaziz'in tahttan indirilmesinden sonra yönetime karşı faaliyetlere girişen bir 'Osmanlı Prensi'nin İstanbul'dan Adana'ya gitmesi, orada bir Ermeni ile dostluk kurması, dostunun kızıyla evlenerek akraba olması, Adana'da Türkler ile Ermeniler arasındaki çatışmanın yoğunlaşması üzerine iki dostun birlikte Lübnan'a taşınması, Lübnan ve Filistin'de Türkler, Ermeniler,Araplar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerin siyasal çatışmalarla değişime uğraması, oğlunun ağzından anlatılıyor.
***
Röportajda gazeteci, Maalouf'a Beyrut'taki patlamayla ilgili düşüncelerini sorarken Doğu'nun Limanları'na gönderme yapıyor... Bunun üzerine Maalouf, şunları söylüyor:
'Kitapta anlattığım şehirler, ki bunlara basamak diyordum, Akdeniz'in doğu kıyısında birer karşılaşma, buluşma, ticaret merkezleriydi. Ve çoğu son yıllarda büyük acılar yaşadı. Halep'in, Musul'un adını belirtmek bile yeterli. Bir kısmı liman şehirleri değildi tabii ama Yakındoğu ve Batı arasında benzer bir buluşma yeri işlevi gördüler. Şüphesiz Yakındoğu'nun tarihi uzun zamandır çatışmalarla dolu. Ama benim doğum yerim olan Beyrut hepsinden çok muzdarip bu konuda'.
Maalouf, bu konudaki düşüncesini açarken Lübnan'daki siyasi yapının 'etnik' ve 'Dinsel' kimlikler üzerinden kurulmasını şöyle eleştiriyor:
'Bütün cemaat ve tarikatların yönetimde temsil edilmesinin sağlanması tabii ki meşru ve iyi ama bana göre demokrasi bu değil. Lübnan, kurulduğundan bu yana bütün cemaat ve tarikatlara bir yer vermek istedi. Bu açıdan bakıldığında biraz özel bir ülke çünkü 20'den fazla topluluk ve cemaat var ve bunların her birinin kendi tarihi, kültürü, yolu, kendi korkuları var. Hepsinin kendini Lübnan vatanına ait hissetmesini sağlamak gerekiyordu ve bu çok zor bir iş'.
***
Maalouf'un sözleri, çağımızın en büyük sorununa işaret ediyor: Ulus öncesi kimliklerin ulusal kimliklere dönüşme sürecinde yaşanan çatışmalar...
Ulus tanımı, 'devlet' organizasyonuyla bağlantılı; çünkü, tıpkı ulus gibi devlet de 'kabile ve cemaat üstü' bir özellik taşıyor...
Ne var ki, modern çağda ulusal devletler kendi uluslarını pekiştirirken geçmişten kalan bir çok etnik ve dinsel çatışmanın üstesinden gelmeyi her zaman başaramıyor...
Maalouf, 'Ölümcül Kimlikler' adlı kitabında, yaşamöyküsünden yola çıkarak bu sorunla hesaplaşmasını şöyle anlatıyor:
'1976'da Lübnan'ı terk edip Fransa'ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi 'daha çok Fransız' mı, yoksa 'daha çok Lübnanlı' mı hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez: 'Her ikisi de!' (...) Beni bir başkası değil de ben yapan şey, iki ülkenin, iki üç dilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulunuşumdur. Benim kimliğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kendimden bir parçayı kesip atmış olsaydım, daha mı gerçek olurdum. (...) Bazen binbir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümünü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elini omzuma koyup mırıldanıyor: 'Böyle konuşmakta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?' Bu ısrarcı sorgulama beni her zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda çok yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor (...) Bugün çok sık yapıldığı üzere , çağdaşlarımız 'kimliklerini vurgulamaya' yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik nitelikteki sözümona temel aidiyete dönmeleri ve bunu gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.'
(Devam edecek)