Ben insanı şöyle düşünüyorum:

Herhangi bir sokakta, caddede ya da bulvarda yürürken bir başka insan pat diye yere düşüp bayılıyor. Görür görmez koşuyor ona… Biliyorsa ilk yardım yöntemlerini uyguluyor… Hiç birini bilmiyorsa, hemen en yakın yerden su alıp su veriyor… Hiçbir şey yapamıyorsa ambulans çağırıyor.

Ben insanı böyle düşünüyorum.

Bunu yaparken dinini, ırkını, hangi partiye oy verdiğini, cinsini, onun cinsel tercihlerini, daha önce neler yaşadığını, örneğin 'zina' yapıp yapmadığını falan sorguluyor mu?

Hayır!

O insanın koşup ilk yardımda bulunduğu, bir an önce sağlıkçıların müdahale etmesi için ambulans çağırdığı, yardım etmeye çağırdığı kişi deprem İzmir'i vurduğunda şu 'tweet'i paylaşan kişi belki de:

'Allah zinanın başkentini uyarmak için salladı unutmayın Lut kavmine ne olduğunu…'

***

İnsan olan bir depremin ardından kendisi yaralanmadıysa, sağlıklıysa, enkaz altında kalanlar için ne yapabileceğini düşünür!

Elbette günümüzde enkaz alanında arama kurtarma için profesyonel kuruluşlar var artık. Kamusal kuruluşlar, sivil toplum örgütleri… Kurtarma onların işi! Uzmanlık istiyor çünkü… Enkazdan yaralı kurtarılanların sonraki durumu ise sağlıkçıların işi… Ama evsiz barksız kalakalmışlar var. 'Onlara ne yapabilirim?' diye düşünür insan! Yine belediyelerin, kamusal kuruluşların çabalarına ek olarak, destek olarak…

Hiç bir şey yapamıyorsa, enkaz altında ölenin, can çekişmekte olanın, yeniden gün ışığını görme arzusuyla çırpınan kalplerin acısını duyar. Canlı kurtarılan her insanla birlikte çarpar kalbi…

Bunun için o acının yaşandığı yerde olmak gerekmez. Dünyanın bir yerinde bir acı yaşanıyorsa, siz de o acıyı duyarsınız… Elbet aynı şiddette olmasa da…

İnsansanız elbet!

İnsan olan böyle yapar diye düşünüyorum da… Şekil olarak; ayakları, kolları, bedeni, kafası, gözleri, ağzı, burnuyla insana benzeyen ne idüğü belirsiz bazı yaratıklar dolaşıyor aramızda. Onları insan sanıyoruz ve böyle zamanlarda insan olmadıklarını ilan ediveriyorlar.

1999'daki Gölcük depreminde '7.4 Yetmedi mi!' diye pankart açmışlardı. İzmir depreminden sonra ise 'zinanın başkenti'ne verilmiş bir ceza olarak andılar bu depremi…

İzmir'de yaşayan herkesi Lut kavminin fertleri olarak kabul etmişler zaten, 'İzmirliler gibi zinaya, nefsime değil, Seccademe köle et beni… Amin!' diye yazabildiler.

Üstelik o kadar korkaklar ki, yazdıklarının ardında bile duramıyorlar. Hemen gizlediler hesaplarını… Hem de saatler içinde… Aynı gün.

Adlarını yazmama bile gerek yok! Onların insanlara, hayvanlara, kuşlara verilen adlar gibi bir adı olamaz ki!

Onlar, doğadaki hiçbir yaratığa benzemiyor gerçekte. Ya da doğanın dışkısı onlar. Henüz atılamamış…

***

Onlar yalnızca mide bulandıran sinekler değil bunu da biliyoruz da, kimler Gölcük'te deprem olduğunda oradaki acıları ta yüreğinde duymuşsa, Van'da olduğunda Vanlıymış gibi davranmışsa, şimdi de İzmirli gibi duyuyorsa kendini, onlarla 'hepimiz'iz. Maalesef, tüm bir ülke olarak 'hepimiz' olamıyoruz acılarda bile…

Maalesef…

Bu tohumları ekenler utansın!

Düşünsünler diyemiyorum, düşünmüyorlar çünkü…

Utansınlar dedim ama, utanmıyorlar da… Çünkü 'yüzleri yüze benzemiyor'!

***

Ve onlara inat, enkaz altından kurtarılan kediyi okşuyor, ona yaşadığını duyumsatıp, yaşamanın güzelliğini, kardeşliğini duyumsatıyor arama kurtarma ekibinden birisi.

Ve ben her depremde olduğu gibi Nazım Hikmet'in 1939'daki o büyük Erzincan depreminden hemen sonra yazdığı dizeleri anımsıyorum. Bir halk türküsünü değiştirerek kurduğu dizeleri:

'Erzincan'da bir kuş var / Kanadında gümüş yok.'

Günlerdir şöyle mırıldanıyorum bu dizeleri:

'İzmir'de bir kuş var / Kanadında gümüş yok.'

Ve inanıyorum ki İzmirliler, o kanadı yine gümüşleyecekler. Yalnızca şekil olarak insana benzeyen o ne idüğü belirsiz yaratıklara inat…