Cumhuriyet’in başkenti Ankara, yalnızca siyasi değil; aynı zamanda mimari bir hafıza mekânı olarak da Türkiye'nin modernleşme serüvenine ışık tutan şehirlerden. Aura Design Studio kurucusu Mimar Filiz Cingi Yurdakul, TBMM, Çankaya Köşkü, Ankara Garı gibi yapilarin tarihsel anlamda çarpıcı yapılar olduğunu belirterek Ankara’yı anlamanın yolunun, onun yapılarını okumaktan geçtiğini söylüyor.

Mimar Filiz Cingi Yurdakul, mimari değeri olan yapıların korunamaması ve yerlerine gelen yeni yapıların özgünlükten yoksun olduğunu ifade ederek kentin belleğini silikleştirdigine dikkat çekiyor. Aura Design Studio kurucusu Mimar Filiz Cingi Yurdakul www.baskentgazete.com.tr Sorumlu Yazı işleri müdürü Nursel Dilek Manavbaşı'nın sorularını yanıtladı.



-Ankara’nın mimari anlamda en büyük sorunu sizce nedir?

Ankara'nın en temel mimari sorunu, bütüncül bir vizyon eksikliği ve mekânsal sürekliliği sağlayan bir planlama kültürünün zayıflığıdır. Başkent olarak taşıdığı sembolik ağırlık, ne yazık ki günümüz kentsel politikalarına ve mimari üretim pratiklerine yeterince yansımıyor. Özellikle kentsel dönüşüm süreçlerinde, mimari değeri olan yapıların korunamaması ve yerlerine gelen yeni yapıların özgünlükten yoksun olması, kentin belleğini silikleştiriyor.
Kent merkezinde, Gençlik Parkı ve Seğmenler, Botanik Parkı dışında nitelikli ve erişilebilir büyük ölçekli bir kamusal yeşil alanlar hala yeterli değil. Modern müzeler, yeni yapılan botanik bahçesi, hayvanat bahçesi gibi kamusal kültür ve doğa alanlarına erişim sınırlı; bu da 7’den 70 ‘e şehrin kapsayıcı kamusal yaşamını destekleyen mimari üretimin kent dokusunda yeterince yer bulamadığını gösteriyor.

Ayrıca, standart yapılaşma koşulları da Ankara’nın merkezlerini mimari anlamda yoksullaştırıyor. Apartman tipolojileri artık büyük ölçüde mimarların yaratıcı yaklaşımlarını değil, müteahhitlerin kâr ve yoğunluk önceliklerini yansıtıyor. Cephe kurguları birbirinin tekrarı olan, mimari karakter taşımayan yapılar kent kimliğini aşındırıyor ve mimarlığın toplumsal işlevini görünmez kılıyor.

"ANKARA SUYLA YENİDEN BAĞ KURARAK KENDİNİ TANIMLAYABİLİR"

-Ankara’nın doğayla ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kentin ekolojik dokusuyla kurduğu bağ yeterli mi sizce?
Ankara’nın doğayla ilişkisi ne yazık ki zayıf. Bu durumun en çarpıcı göstergelerinden biri de kentin içinden geçen tüm doğal akarsuların zamanla yeraltına alınmış olmasıdır. Bu müdahale, yalnızca bir mühendislik kararı olarak değil, kent yaşamını etkileyen mekânsal bir kırılma olarak değerlendirilmelidir.

Doğal su varlıklarının yok edilmesi, Ankara’nın zaten sınırlı olan doğal karakterini daha da geri plana iterken; şehir, zamanla gri ve katı yapılaşmanın hâkim olduğu, doğadan kopuk bir imajla anılır hâle geldi. Oysa bu su yolları rehabilite edilip yeniden görünür kılınsa, çevreleri yeşil koridorlara, yaya yollarına ve kamusal peyzaj alanlarına dönüştürülse; Ankara’nın yaşam kalitesi ve kimliği tamamen değişebilir.
Bu sadece estetik bir mesele değil; aynı zamanda ekolojik denge, mikro iklim, kamusal sağlık ve sosyal etkileşim açısından da çok yönlü katkı sunacak bir dönüşüm olurdu. Ankara, bozkır coğrafyasının ortasında suyla yeniden bağ kurarak kendini yeniden tanımlayabilir.


-Kentsel dönüşüm bu süreçte nasıl bir rol oynuyor?

Ankara’da kentsel dönüşüm büyük ölçüde yoğunluk artışı ve arsa değeri üzerinden okunuyor. Mimari kalite, çevresel uyum ve kamusal yarar gibi ölçütler çoğunlukla ikinci planda kalıyor. Yenilenen yapıların büyük kısmı özgünlükten uzak, daha düşük nitelikli ve sıkışık kurgularla ortaya çıkıyor. Oysa bu süreçler, kent dokusunu güçlendirme fırsatına dönüştürülebilirdi.

Bir diğer önemli eksiklik ise, kent dışı gelişim alanlarında çağdaş mahalle yaşamını destekleyen, sosyal donatıları içeren alçak katlı yerleşim modellerinin yeterince geliştirilmemesi. Parsel bazlı özel projeler dışında, okul, sağlık birimi, sosyal tesis ve açık/kapalı spor alanları ile bütünleşen modern planlamalar neredeyse hiç üretilmiyor. Bu da yeni yapılaşmaları yalnızca metrekare üreten konut kümeleri haline getiriyor.
-Ankara’da çarpık kentleşme ne düzeyde? Bu durumu nasıl açıklarsınız?

Çarpık kentleşme Ankara’da yaygın bir gerçeklik ve bu durum artık yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda sosyo-mekânsal bir soruna dönüşmüş durumda. Plansız büyüme, kontrolsüz nüfus artışı, rant odaklı arsa politikaları ve tekrarlanan imar afları bu çarpıklığın temel nedenleri.
Bazı bölgelerde aşırı yoğunluk, bazı yeni gelişen bölgelerde ise altyapı eksikliği göze çarpıyor. Site içi yaşam modelleri, planlama politikaları tarafından teşvik edilirken; sokak kültürü, mahalle dokusu, kamusal karşılaşma alanları geri plana itiliyor. Bu durum yalnızca fiziksel değil, sosyal kopuklukları da derinleştiriyor. Ankara’ya göç eden bir ailenin, kente entegre olabileceği bütüncül bir kentsel deneyim neredeyse mümkün olmuyor.

-Siyasetin merkezi olmak Ankara’nın mimarisine nasıl yansıdı?

Cumhuriyet’in erken döneminde Ankara’daki mimari üretim, ideolojik temsiliyetin önemli bir aracıydı. TBMM binaları, bakanlık yapıları, Ankara Garı gibi projeler yalnızca işlevsel değil; aynı zamanda simgesel anlamları taşıyan kamusal yapılardı.
Zamanla bu yaklaşım yerini, daha gösterişli ancak içeriği zayıf, halktan uzaklaşmış yapılara bıraktı. Devlet yapıları yüksek güvenlik duvarlarının arkasına çekildikçe, mimari de toplumsal bağ kurma işlevinden uzaklaştı. Mimarlık yalnızca yönetsel bir teknik alana indirgenmemeli; gündelik yaşamın mekânlarında da anlam üretmeye devam etmelidir. Kamusal yapılar, halk için ve halkla birlikte düşünülmelidir.

-Şehir merkezindeki yapılaşma ve siteleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Merkezî bölgelerdeki klasik apartman parselleri, yoğunluk baskısıyla dönüşüme zorlanıyor. Ancak bu dönüşüm, mimari kalite açısından çoğunlukla değer üretmiyor. Yenilenen yapılar genellikle, yönetmelik sınırları içinde en çok metrekareyi elde etmeyi amaçlayan, tip proje mantığıyla ele alınıyor. Kullanıcı deneyimi, mekânsal kalite ve kent estetiği geri planda kalıyor. Öte yandan siteleşme modeli sosyal hayatı bireyselleştiriyor. Kamusal etkileşim otoparklarda ve asansörlerde sınırlanıyor. Çocukların birlikte oynadığı sokaklar, komşuluk ilişkilerini pekiştiren avlular, karşılaşma alanları giderek siliniyor. Oysa mimarlık, yalnızca barınma değil; aidiyet, karşılaşma ve birlikte yaşama biçimlerini de kurgulamalıdı.

-Sizce Ankara’da mimari anlamda değerli bulduğunuz yapılar hangileri?

Ankara Garı, erken Cumhuriyet döneminin mekânsal temsil gücünü taşıyan nadide yapılardan biridir. Mimari dili, simgeselliği ve kamusal niteliğiyle hâlâ kıymetlidir. ODTÜ Kampüsü, doğayla kurduğu ilişki, yapısal yerleşimi, brutalist karakteri ve sosyal yaşamla iç içe geçmiş kurgusuyla Türkiye’de örnek alınması gereken bir yerleşkedir. TBMM’nin ilk iki binası ise sadece siyasi değil, aynı zamanda mimari temsil açısından da çok değerlidir. Uzun süredir beklenen Atatürk Kültür Merkezi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu ve Koro Binaları ise hem mimari bütünlüğü hem de kamusal işleviyle Ankara’ya kültürel ve mekânsal bir katkı sundu. Ayrıca CerModern gibi endüstriyel mirasın yeniden işlevlendirilmesiyle hayata geçirilen yapılar da kentsel hafızanın korunması ve kültürel üretimin desteklenmesi açısından önemli örneklerdir.

-Son olarak, mimarlığın bu bağlamdaki rolü nedir sizce?

Mimarlık yalnızca yapılar üretmek değil; aynı zamanda toplumla, tarihsel bağlamla ve mekânla kurulan bir diyalogdur. Yaşam kalitesini yükselten, çevresel ve sosyal adaleti gözeten, kültürel sürekliliği sağlayan bir üretim biçimidir. Bugün mimarlık, tasarım yönünden uzaklaşarak giderek daha teknik bir alana sıkıştırılıyor. Oysa mimarlık; cepheden kurgusuna, mekânsal organizasyondan iç mekân tasarımına kadar bütüncül bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Uluslararası düzeyde güçlenen bu bütünlük algısının, ülkemizde zayıfladığını üzülerek gözlemliyorum. Bu kırılma hem mimarlık kültürümüzü hem de kentlerimizin yaşanabilirliğini olumsuz etkiliyor. Ankara sadece yönetsel bir merkez değil; kültürel ve mekânsal bir başkent olmayı da hak ediyor. Bu ancak mimarlığın kamusal boyutunun yeniden tanımlanması, nitelikli mekân üretiminin önceliklendirilmesi ve uzun soluklu bir kent vizyonuyla mümkün olabilir. Ankara, hatırlamayla unutma arasında sıkışmış bir kent. Mimarlık ise bu sıkışıklıkta hafızayı yeniden inşa etmenin en güçlü aracıdır. Yeter ki mimarlığa yalnızca “çatı ve duvar” değil, bir yaşam biçimi ve kültür üretimi olarak bakabilelim.

Muhabir: Nursel DİLEK MANAVBAŞI