Önceki yazımızda Avrupa ülkelerinin Biden döneminde başlamış olan Ukrayna savaşı dolayısıyla ikiye bölünmüş durumda olduğunu...

Fransa, Polonya ve Baltık ülkelerinin Ukrayna’ya desteğin artırılmasını ve Rusya’ya asker gönderilmesini savunduğunu; Almanya’daki savaş yanlısı sosyal demokrat ağırlıklı hükümetin bu yüzden bir türlü üstesinden gelemediği bir krizle karşı karşıya kaldığını...

Buna karşılık Ukrayna’nın Rusya’dan gelen gazı kesmesine tepki duyan Macaristan’ın AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları bloke etmekle tehdit ettiğini, Sırbistan’ın, Rusya ile AB arasında bir denge politikası yürütülmesinden yana olduğunu. Slovakya’nın, Ukrayna’nın NATO’ya alınması politikasına karşı çıktığını, İtalya Başbakanı Meloni’nin ise Trump’ın politikalarını savunmasıyla tanındığını söylemiştik...

Daha sonra bu siyasal krizden en büyük zararı Biden döneminin dış politikalarına angaje olan sosyal demokrat ve “yeşil” liberal partilerin gördüğünü, Türkiye’deki sosyal demokrat CHP’nin ise bu gelişmelerden “bihaber”miş gibi Brüksel’in ve NATO’nun politikalarını körü körüne savunmaya devam ettiğini sözlerimize eklemiştik.

***

Biden döneminde AKP iktidarı, izlediği denge politikası ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlara katılmaması nedeniyle ABD ve Avrupa’nın bazı eleştirilerine ve yaptırımlarına muhatap olmuştu...

Trump’ın bu anlaşmazlığın merkezinde yer alan Ukrayna savaşını bitirmeye kararlı görünmesi, Türkiye’de iktidar çevrelerinde Biden döneminde Türkiye’ye uygulanan bazı yaptırımların kaldırılacağı umudunu yaratmıştı...

Ancak görünen o ki, Trump Ukrayna savaşını bitirse ve Rusya’ya uygulanan yaptırımları hafifletse de Türkiye-ABD ilişkilerindeki “pürüzler” kolay kolay giderilemeyecektir.

***

Bunun nedenlerini anlayabilmek için Trump’ın günlük politikalarını belirleyen temel anlayışlarına bakmak gerekir...

Trump’ın Rusya, Çin, Ukrayna savaşı, Gazze savaşı gibi çeşitli konularda tavırlarını belirleyen esas unsur “ABD’yi Yeniden Büyük Yapmak” (MAGA) olarak sloganlaştırılan siyasal programıdır...

Bu programın temelinde ise ABD’nin uyguladığı ulusal ve küresel ekonomik politikaların “yararcılık” temelinde gözden geçirilmesi yatmaktadır...

Trump’a göre Rusya’ya karşı uygulanan politikalar ekonomik olarak Rusya’ya zarar veremezken onu ABD’nin en büyük rakibi Çin ile ekonomik bir entegrasyona sürüklemektedir. BRICS’in güçlenerek gelişmesi bunun en açık örneğidir. Dolayısıyla bu politika zararlıdır!..

Öte yandan Ukrayna savaşı “askeri-sınai kompleksi” beslerken ABD’nin bütçesini ve savunma kaynaklarını ziyan etmektedir; dolayısıyla o da zararlıdır!..

Trump’ın Türkiye’nin de dahil olduğu tüm “dost” ülkelerden beklentisi (daha doğrusu onlara verdiği  “birincil görev”) ise bu ülkelerin ABD pazarına daha fazla yatırım yapmaları, ABD mallarını kullanmaları, Çin ile ilişkileri daraltmaları, kısacası ABD ekonomisinin gelişip güçlenmesine hizmet etmeleridir!

***

Bu beklenti, özellikle ABD ve Batı sermayesinin Türkiye’ye daha fazla yönelmesi, ABD ve Batı Avrupa’nın borç ya da yatırım şeklinde Türk ekonomisine katkıda bulunmasını bekleyen iktidar çevrelerinin beklentisiyle taban tabana zıttır...

Oysa Biden döneminde ABD kaynaklarının büyük bölümü Rusya’yı Ukrayna cephesinde geriletmeyi ve Ortadoğu’ya Pentagon stratejistlerinin istediği şekli vermeyi amaçlayan siyasal projelere harcanmıştı...

Buna karşılık, Trump, “Herkes elini cebine atsın, benim ekonomimi güçlendirsin, bana katkı yapsın! Aksi takdirde herkesi cezalandırırım!” demektedir...

Bu durumda ABD’nin ekonomik seklentilerine cevap vermeyen ülkelerin ABD’den bekleyebileceği tek şey daha fazla baskı, yaptırım ve “azar!” işitmektir.

***

İngiliz iktisatçı Michael Roberts, bu konuyla ilgili olarak Aydınlık gazetesine yaptığı bir açıklamada  Trump yönetiminin Avrupa’yı finanse etmeyi ve korumayı bırakmak istediğini belirtmiş, Trump yönetimindeki ABD hükümetinin daha milliyetçi, daha korumacı önlemler alarak 'Amerika'yı yeniden büyük yapmak' hedefine odaklanacağını söylemiştir...

Hiç kuşkusuz bu açıklamadaki en ilginç nokta daha düne kadar “neo-liberal” politikaları iç ve dış politikasının temeli haline getirmiş olan ABD’nin “milliyetçi” (ulusalcı) ve “korumacı” politikalara yöneleceği saptamasının yapılmış olmasıdır....

Ancak bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü ABD’nin “ulusal” ve “korumacı” politikalar uygulaması demek, ABD yörüngesindeki ülkelerin “ulusal” ve “korumacı” politikalardan vazgeçmesi, bu ülkelerin yöneticilerinin  ABD’nin çıkarlarını kendi ülkelerinin çıkarlarının önüne koyması demektir...

Bu saptama, ABD’nin en vahşi kapitalist tekellerinin neden Trump’ın arkasında toplandıklarını da açıklamaktadır...

ABD’li düşünür Noam Chomsky, daha 2010 yılı gibi erken bir tarihte bu gerçeğe şu sözlerle işaret etmişti:

“Dev şirketlerin büyük ölçüde kendi devletlerinin eline baktığını unutmayalım. En büyük uluslararası şirketleri gösteren ‘Fortune 100’ listesindeki her bir şirket kendi merkezinin bulunduğu ülkenin müdahaleci politikalarından yararlandı ve bu şirketlerin yirmiden fazlası devletin kurtarma paketleri olmasaydı, ayakta bile kalamazlardı.” (Bkz. “Dünyayı Kim Yönetiyor, İnkılap yay. s. 333)

(Devam edecek)