Konu ile ilgili ilk yazımızda 'demokrasi' kavramının öteden beri farklı toplumsal ve siyasal gruplar tarafından farklı biçimlerde yorumlandığını söylemiş ve şunları söylemiştik:
'(Eskiden) Bir ülkenin demokratlaşması,'eski' rejim ve onun altyapısını oluşturan ilişkilerden 'yeni' ve 'modern' ilişkilere geçiş süreci olarak görülürdü...
'Amerikan tarzı demokrasi'nin egemen olmasından sonra ise demokrasi, birden fazla partinin katıldığı seçimler ve 'serbest piyasa ekonomisi' adı verilen 'lotaryacı' bir ekonomik sistemle özdeş hale getirildi.'
***
Hiç kuşkusuz, demokrasinin zaman içinde geçirdiği değişim, onu oluşturan ve kısaca 'burjuvazi' olarak tanımlanan toplumsal katmanların geçirdiği değişimle yakından ilgiliydi...
Demokrasinin siyasal bir sistem olarak ortaya atıldığı ilk dönemler, yani Fransız Devrimi ve İngiliz Devrimi'nin gerçekleştiği 17. ve 18. yüzyıllar, aynı zamanda 'sanayi devrimi'nin gerçekleştiği yıllardı...
O dönemde eskimiş olan feodal sistemi değiştirmek için içinde hareket edebileceği yasal bir çerçeve bulamayan 'burjuvazi', ağırlıklı olarak topraksız köylülerin ayaklanmalarını teşvik etmiş ve eski siyasal kurumları parçalamayı amaçlayan 'radikal' tutumlar sergilemişti.
***
Ne var ki, daha sonra sanayileşme süreci geliştikçe işçi ve emekçi sınıfların toplumdaki ağırlığı arttı...
Böyle olunca da zaten egemen hale gelmiş olan kapitalist sınıf tutuculaştı...
Bu değişime bağlı olarak demokrasinin kurucu babaları olarak adlandırabileceğimiz siyasal düşünürler, 'ayak takımı' olarak tanımladıkları emekçi ve yoksul kitlelerin demokratik haklardan yararlanmalarını (hatta oy kullanmalarını) önleyecek önlemler geliştirmeye yöneldiler.
***
Arjantinli siyasal bilimci Jose Nun, bu değişimin geçmişin en 'özgürlükçü' belgelerinden biri olarak bilinen ABD Anayasası üzerindeki etkilerini incelerken şu saptamayı yapıyor:
'Bu anayasa... mülkiyet haklarıyla, en azından siyasal özgürlüklerle ilişkili olduğu kadar ilişkilidir ve açıktır ki, 'özgürlüğün kötüye kullanılması'ndan 'iktidarın kötüye kullanılması'ndan daha fazla korkmaktadır.'
Batılı kapitalist ülkelerin dünyayı aralarında paylaşmalarıyla ortaya çıkan 'sömürgecilik dönemi'nde bu korku, boyunduruk altına alınmış ülkelerin halklarının demokratik hakları kullanarak bağımsızlık kazanması korkusuyla birleşerek daha da arttı.
***
Buradan günümüze gelirsek...
Hatırlanacağı üzere, Sovyetler Birliği'nin dağıldığı, Çin'in uluslararası sahneden uzaklaşarak ekonomisini geliştirme üzerinde yoğunlaştığı 1990'lı yıllarda dünyanın 'rakipsiz' egemeni haline gelen ABD, 'neo-liberal' sistemi 'özgürlükçü' bir maske altında gizleyerek tüm dünyaya egemen kılma çabasına girişmişti...
Ancak bu yönde kazandığı 'başarılar'ın yaldızı, üretimden giderek kopan sistemin tıkanmasıyla dökülmeye başladı...
1990'lı yılların sonlarına gelindiğinde bir çok ülkede açlık ve işsizlik yaygınlaştı...
Bunun sonucunda kitlelerin siyasal ve toplumsal mücadeleleri yeniden gündeme geldi.
***
İşte tam da bu dönemde ABD'nin 'arka bahçesi'nde beklenmeyen bir gelişme oldu...
Dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri olan ve '80 öncesi dönemde zenginliği nedeniyle 'Latin Amerika'nın İsviçresi' olarak adlandırılan Venezuela, büyük bir 'borç krizi' içine düştü...
O zamana kadar dağıttıkları sosyal yardımlarla ülkedeki 'demokratik' sistem üzerinde tekel kurmuş olan iki partili sistem çöktü...
Ekonomik ve siyasal krize karşı önlem almak amacıyla 'reformist' Carlos Andres Perez başkanlığında kurulan hükümet, 1989 yılı Şubat ayında IMF ile anlaşarak onun hazırladığı 'kemer sıkma' politikasını uygulamaya koyunca işler daha da karıştı...
Ve sonunda anti-emperyalist bir çizgi izleyecek olan Chavez başkanlık seçimini kazanarak iktidara geldi.
***
ABD ve diğer batılı emperyalist ülkeler Chavez hükümetinin o zamandan bu yana başta petrol olmak üzere ulusal zenginliklerine sahip çıkma ve bu zenginlikleri yoksul halkın çıkarları için kullanma politikasının başka ülkelere de örnek olmasından korkmaktadırlar...
ABD'nin Venezuela'daki Chavez rejimine ve onun günümüzdeki lideri Maduro'ya duyduğu düşmanlığın temelinde yatan şey işte bu korkudur...
Almanya, Fransa, İngiltere gibi ABD'nin dümen suyunda hareket eden diğer emperyalist devletlerin bu korkuyu paylaşmaları ve son darbe girişimini desteklemekte yarışmaları, bu açıdan bakıldığında hiç şaşırtıcı değildir.
(Devam edecek)