Son yazımızda 1990 yılında Doğu Blokunun parçalanması ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından neoliberal uygulamaların küresel bir boyut kazandığını ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de değişik siyasal renklere mensup politikacıların yaşanan krizlere karşı aynı ekonomik reçeteleri uyguladıklarını söylemiş...
Bu uygulamanın AKP tarafından da bazı rötuşlar yapılarak devam ettirildiğini sözlerimize eklemiştik...
AKP döneminde uygulanmaya çalışılan “İslami nas” politikaları her ne kadar küresel neo-liberal kurumlar ve şirketlerle AKP yönetimi arasında bazı sorunlar çıkarsa da, AKP iktidarı ihtiyaç duyduğu dış sermayeyi Katar, Suudi Arabistan BAE gibi İslam devletlerinden temin edemeyince Batılı finans çevreleriyle onların koşullarına uygun yeni bir anlaşma yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır..
***
Kariyerini küresel sermaye şirketlerinin yönetim kademelerinde yapan ve daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik politikalarına karşı olduğu için istifa etmek zorunda kalan Şimşek’in yeniden bakan yapılmasıyla somutlaşan bu yöneliş, bir çıkmazın içine girdiği herkes tarafından kabul edilen ekonomiyi düze çıkarabilecek midir?..
Her ne kadar bu yönelişi “rasyonalizme dönüş” olarak niteleyen Şimşek ve ekibi bu iddiada iseler de bu hiç kolay olmayacaktır...
Çünkü içine girilen çıkmazı zaten “rasyonel” olduğu söylenen bu politikalar yaratmış bulunmaktadır.
***
Neoliberal politikaların “rasyonel” olup olmadığı bugünlerde yalnızca bu politikalardan zarar gören gelişmekte olan ülkeler tarafından değil bu politikalardan uzun süre yararlanmış olan küresel büyük sermaye ve onların etkilediği “gelişmiş” ülkelerde de tartışılmaktadır...
Bunun en son ve en açık örneği ABD Başkanı Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Jake Sullivan’ın 11 Mayıs’ta Viyana’da yapılan ABD-Çin müzakereleri sırasında yaptığı konuşmadır...
Sullivan, konuşmasında bu görüşmenin amacına uygun biçimde dünyada yaşanan somut bazı gelişmeleri ve bunların yarattığı problemleri ele alırken sistemin aksaklıklarına da değinmek zorunda kalmış ve şunları söylemiştir:
“Büyüme önemlidir; içeriği değil anlayışı: Liberalizasyon ve reformlar ekonomik bağımlılıkları göz ardı etti. Finans gibi bazı sektörler gözetildi. Yarı-iletkenler ve altyapı gibi hayatî sektörler, tıbbi cihazlar, kritik mineraller ihmal edildi; yenilikleri besleyen sanayi kapasitemiz dumura uğradı.”
***
İşin ilginç tarafı, Sullivan’ın saptamalarının yalnızca sistemin işleyişindeki sorunlarla sınırlı kalmaması başta gelir dağılımındaki dengesizliğin artışı olmak üzere sosyal sorunların ağırlaşmasına da değinmesidir...
Şu sözlerin neoliberal görüşleriyle tanınan ABD Başkanı’nın danışmanının ağzından çıkmış olması ilginçtir:
“Ticaretten sağlanan kazançların uluslar arasında kapsamlı paylaşılacağı varsayımı(na gelince): Tam aksine bu kazançlar emekçilere ulaşmadı. Regresif vergi indirimleri, kamu yatırımlarının törpülenmesi, şirketlerin sınırsız büyümesi, Amerikan orta sınıfını oluşturmuş olan sendikacılığın baltalanması gibi politikalardan kaynaklanan sızıntılara umut bağlandı. Bu politikalar eşitsizliklerin artmasına yol açtı.”
***
Bu sözler bir sosyal reformcunun ağzından çıksa yadırganmayabilirdi; ne var ki burada ülkemizi de yakından ilgilendiren bir başka sorunla karşı karşıya geliyoruz...
Son zamanlarda neoliberal düzenin küresel savunucularının sisteme yönelttiği eleştiriler giderek yoğunlaşırken ülkemizde ve bir çok Avrupa ülkesinde kendisine “sosyal demokrat” diyen kesimler neoliberal formülleri “ekonominin evrensel doğruları” olarak tüm güçleriyle savunmaya devam etmekte, bu da onları “kraldan fazla kralcı” pozisyonuna sürüklemektedir...
Hatırlanacağı üzere 2000’li yılların başlarında başbakan olan Bülent Ecevit o zamana kadar hiçbir sağcının cesaret edemediği boyutta bir “neoliberal reform”a imza atmıştı. Dünya Bankası’ndan özel olarak gönderilen Kemal Derviş’in parlamento dışından “ekonomi konusunda tek yetkili bakan” yapılmasıyla yürütülen bu operasyonda Dünya Bankası ve IMF’nin önerdiği “kemer sıkma” politikaları son haddine kadar uygulanmış, bankalar kurtarılırken tarıma verilen destekler sıfırlanmıştı...
Bu da partisinin yaklaşık yüzde 30 olan oyunun yüzde bire kadar düşmesine neden olmuş, o sıralar IMF’yi eleştirme taktiği izleyen AKP’yi tek başına iktidara taşımıştı. Ne yazık ki ülkemizdeki sosyal demokratlar bugün bile bu olaydan gerekli dersleri çıkarabilmiş değildir.
(Devam edecek)