Son yazımızda “emperyalizmin ezilen bir ulusun haklı direnişini boğmaya çalışırken yarattığı (etnik) yönetimler, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı çerçevesi içinde değerlendirilemez. Çünkü ezilen bir ulusun çıkarları, tabiatı gereği emperyalist devletlerin çıkarlarıyla çelişme halindedir.” demiş...

Görünüşte bağımsız olan ama gerçekte eski efendileri tarafından yönetilen bazı “yeni sömürge” ülkelerin başına getirilen işbirlikçi yöneticilerin salt devlet kurdukları için “uluslarının özgür iradesiyle kendi kaderini tayin hakkını kullanmış olduğunu” iddia etmelerine karşın kendi halklarını emperyalizme peşkeş çekmeye devam etmelerine dikkat çekmiştik...

Özellikle ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında “demokrasi cephesinin lideri” olarak başlattığı “neoliberalizm çağında” bu tür uygulamalar yaygınlaşmış ve “yeni sömürgecilik” olarak adlandırılmıştır.

***

Burada “neoliberalizm” ile “liberalizm” arasındaki farkı da hatırlatalım...

“Liberalizm”, esas olarak feodalizmin dayattığı kendisine dayattığı kısıtlamalardan kurtulmayı amaçlayan burjuvazinin ideolojisi ve tarihsel olarak ilerici bir akımdı...

“Neoliberalizm” ise ikinci dünya savaşı sonrasında yaygın olarak uygulanan ve “yeni sömürgecilik” olarak adlandırılan akımın adıdır. Bu akım, ulusların gerçek anlamda özgür bir biçimde kendi kaderini tayin etmesinin önünde engel oluşturması nedeniyle gericidir.

***

Kendi tarihimizden örnekler verirsek...

Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi yönetimine karşı Batı Anadolu’da ve Karadeniz kıyılarında “özerk” ya da “bağımsız” yönetimler oluşturmak amacıyla ayaklanan veya Yunan ordusuna katılan Rum azınlığın eylemleri, emperyalizm ve onun işbirlikçisi Yunanistan’ın emellerine hizmet ettiği için gericiydi...

Aynı dönemde Doğu’daki “Büyük Ermenistan” kurma amacıyla yürütülen ve ABD’nin “mandatör” olmayı planladığı, Fransa’nın da Güneydoğu’daki işgal kuvvetleri bünyesine alarak kullandığı Ermenilerle gerçekleştirmeye çalıştığı bölgesel bir yönetim kurma çabaları gericiydi...

Ahmet Anzavur’un “özerk bir Çerkez yönetimi” oluşturmak amacıyla Gönen yöresinde başlattığı ayaklanma gericiydi...

Koçgiri’de “ulusal özerklik” talebiyle başlatılan ayaklanma, o dönemde Sovyet Rusya ile birlikte emperyalizme karşı bir set oluşturan BMM yönetimini zayıflatacağı ve arkadan vuracağı için gericiydi...

Daha sonra 1925 yılında Güneydoğu bölgesinde Şeyh Sait tarafından “bağımsız” bir Kürt yönetimi kurmak amacıyla başlatılan ayaklanma, İngiltere’nin Ortadoğu planlarına hizmet ettiği ve “devrim kanunları” olarak bilinen bir dizi reformu engellemeyi amaçladığı için gericiydi...

Bu girişimlerin gerici olmasının nedeni, hem küresel hem de bölgesel planda emperyalizmin planlarına destek vermeleriydi. Emperyalizm ve neo-liberalizm çağında emperyalizme hizmet eden bu tür ayaklanmalar, hangi söylemi kullanırsa kullansınlar ilerici/demokrat olarak görülemez, ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde değerlendirilemezler.

***

Bu gerçek günümüzde de geçerlidir...

Örneğin ABD’nin Irak’ı işgal ederek uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi uyarınca Saddam Hüseyin’in yönettiği merkezi Irak yönetimine karşı ayaklanan Barzani yönetimindeki Kürt ayaklanması gerici bir işlev görmüştür. Aynı şekilde “Arap Baharı” operasyonları sırasında ABD’nin kışkırtmasıyla Libya ve Suriye’de ayaklanan ve söylemlerinde kimi zaman etnik kimi zaman dinsel temaları kullanan hareketler gerici hareketlerdir...

Bu tür hareketlerin kimi zaman “neo-liberal” bir jargon kullanmış olmaları, kendilerini “ulusal bağımsızlıkçı” ya da özgürlükçü” olarak adlandırmaları bu gerçeği değiştirmez. Günümüzde bir hareketin “ulusal”, devrimci” ya da “sol” bir akım olup olmadığı konusunda en şaşmaz pusula anti-emperyalizm pusulasıdır.

(Devam edecek)