Siyasal kavramlar tarihsel gelişme dönemlerinde farklı anlamlar kazanırlar...

Örneğin kapitalizm, tüm Avrupa’da feodalizmin egemen olduğu dönemde eskimiş bir sistemin karşısında daha ileri bir sosyo-ekonomik sistemi temsil ediyordu...

Eski sistem “asalete” dayalı aristokratik bir yönetim biçimi olan kraliyet ya da saltanat yönetimini doğururken, yeni (kapitalist sistem) “millet egemenliği” kavramına dayalı “parlamenter” bir sistemi savunuyordu. Yeni sistemin egemenlerinin “parlamenter”, yani genel oy sistemiyle belirlenen temsili kurumları tercih etmelerinin nedeni feodallere karşı yürüttükleri mücadelede halkın desteğine ihtiyaç duymalarından kaynaklanıyordu.

***

“Liberalizm” (serbestiyet/özgürlükçülük) kavramı o dönemin bir ürünüydü...

Bu kavram, siyasal açıdan burjuvaları halkın büyük bir bölümü ile birlikte otokratların bendeleri olmaktan çıkarıp siyasal özgürlüğe sahip bireyler haline getirmeyi, ekonomik alanda da feodal dönemin tekelleri tarafından engellenen kapitalist girişimleri ticaret serbestisine kavuşturmayı amaçlıyordu..

“Milliyetçilik” kavramı da toplumun bir egemenin “tabası” olmaktan çıkarılarak kendi iradesiyle kendisini yöneten bir topluluk haline getirilmesini ifade ediyordu.

***

“Kapitalizm”, “liberalizm” ve “milliyetçilik” gibi kavramlar bu koşullar altında Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde ortaya çıktıktan sonra kısa zamanda dünyanın her tarafında özgürlük için mücadele eden toplulukların özlemlerini ifade eder hale geldi...

Örneğin, bir Fransız sömürgesi olan Haiti’de hemen benimsendi...

Ancak o zaman bir çelişki ortaya çıktı. Haiti’nin de Fransa örneğini benimseyerek kendi özgürlüğünü kazanması durumunda sömürgeciler ellerindeki  avantajları kaybedeceklerdi...

Sonuçta Haiti ayaklanması Fransız devriminin “özgürlük savaşçıları” tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu olay, ileride tüm sömürgeci “liberal” ülkeler açısından bir örnek teşkil etti.

***

Fransız Devriminin etkileri Avrupa’nın başka ülkelerinde de “özgürlük” sloganıyla milliyetçi ayaklanmalara yol açtı...

Devrimin yarattığı bir kahraman gibi görülen Napolyon Bonapart, bu ayaklanma dalgasından çok iyi yararlanarak Almanya’dan Polonya’ya kadar bir çok ülkeyi Fransa’ya bağlamayı başardı...

Ancak ayaklanan ve Napolyon ordusunu ülkelerine davet eden milliyetçiler, kısa zamanda çok kötü yanıldıklarını anladılar. Fransa’da iktidar değişmiş ama sömürgecilik değişmemişti.

***

Ardından Yirminci yüzyılın başlarında serbest rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizm (emperyalizm) halini aldı. Bu süreçte Osmanlı Devleti, Rusya ve Çin gibi geçmişin devasa imparatorlukları emperyalizmin denetimine girerek “yarı-sömürge” devletlere dönüştüler...

Rusya başta olmak üzere bir çok ülkede bu gelişmelere tepki olarak milliyetçi ve sosyalist akımlar güçlendi. Sosyalist akımlardan birinin başında bulunan Lenin, “Emperyalizm: Kapitalizmin Son Aşaması” adlı bir kitap yazarak, emperyalizmin denetimi altındaki sömürge ve yeni-sömürge ülkelerdeki ezilen halkların “kendi kaderlerini tayin hakkı”nın savunulmasının artık “devrimci bir görev” haline geldiğini ilan etti...

Gerçekten de bu politika hem Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın işgali altına giren Rusya’nın tüm emperyalistleri ülkeden kovmasını sağladı hem de Rusya’nın (Sovyetler Birliği’nin) içindeki ezilen halkların özgürlüğe kavuşmasında önemli bir rol oynadı. Dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine bu sloganı bayrak yapan modern Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

***

Sonunda tarih sahnesine “yeni sömürgeci” bir devlet olarak çıkmakta olan ABD Başkanı Wilson da bu ilkeyi savunmak zorunda kaldı...

İlk bakışta Sovyetler Birliği’nin başkanı Lenin’in savunduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ile ABD’nin Başkanı Wilson’un savunduğu her etnik topluluğun kendi devletine sahip olma hakkı aynı şeymiş gibi görünmekteydi; ama öyle değildi...

Fark, iki devletin amaçlarının tamamen farklı olmasından kaynaklanmaktaydı; Lenin, bu sloganı anti-emperyalist bir blok oluşturmak amacıyla kullanırken, “yeni sömürgeci” bir imparatorluk kurma peşinde koşan ABD’nin başkanı Wilson, başta Türkiye, Rusya ve Çin gibi eski “çok uluslu” devletleri küçük etnik topluluklardan oluşan “devletçikler” halinde bölmeyi, sonra da bu “devletçikleri” kurmakta olduğu “yeni sömürgeci” sistemin içine alarak “yönetmeyi” amaçlamaktaydı.

(Devam edecek)