'Nasıl bir çevrecilik?' başlıklı yazılarımız boyunca insan-doğa ayrımının aslında yapay bir ayrım olduğunu ve çevre koruma mücadelesinin özünde halkın sağlıklı yaşama hakkının sağlanması mücadelesi anlamına geldiğini savunduk...
Dünyada yaşanan sanayileşme ve tüketim sürecinin çevremizin kendini yenileme gücünün ötesinde bir kirlilik ve tahribat yaratarak insan yaşamını ve çevreyi tehdit ettiğini ortaya koyduk...
Başlı başına bu saptama bile çevre koruma mücadelesinin esas itibariyle halk tarafından ve halkın çıkarları için yürütülmesi gereken bir mücadele olduğunu göstermektedir.
***
Ne var ki günümüzde çevre koruma halktan çok devletler tarafından yürütülmesi gereken bir faaliyet olarak algılanmaktadır...
Elbette halkın çevre koruma mücadelesi devletin de işbirliği ve katkısını gerektirmektedir...
Ancak, çevreyi kirleten güçler esas olarak ekonomiye hükmeden güçlerdir ve doğal olarak bu güçlerin devlet politikaları üzerinde önemli bir etkisi bulunmaktadır.
***
Son iki yazımızda devlet ve sivil toplum örgütlerinin ilişkisinde hem 'işbirliği' hem de 'çelişme' öğelerinin görüldüğünü örneklerle anlattık...
Bu alandaki 'işbirliği', devletlerin bir şekilde halkları temsil etmelerinden ve çevre koruma faaliyetlerine açıktan karşı çıkmalarının artık mümkün olamayacağı gerçeğinden, 'çelişki' ise egemen ekonomik güçlerin devlet politikaları üzerinde etki ve baskısından kaynaklanmaktadır...
Dolayısıyla bu ilişkide işbirliğinin verimli bir şekilde sürdürülebilmesi ancak devletin toplumun taleplerine olumlu yaklaşan demokratik bir yapıya sahip olması durumunda mümkün olabilmektedir.
***
Ülkemizde devletin çevreyi koruma amacını gerçekleştirmede önemli bir araç olduğu düşünülen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) sürecinin kimi zaman çevre ve halk sağlığını koruma yönünde kimi zaman ise tam tersi bir yönde kullanılması bu açıdan yapılacak çok şey olduğunu göstermektedir...
Devlet adına yapılan çevre koruma çalışmalarında yetkililer, çoğu zaman halkın gerçekten sürece katılımını sağlamaktan çok günümüzde yasalara girmiş olan ÇED uygulamasını rutin bir 'bilgilendirme' sürecine dönüştürmekle görevli oldukları düşüncesine kapılmaktadır...
Buna paralel olarak çevreye zarar veren sanayi işletmelerinin, enerji, inşaat ve madencilik şirketlerinin menfaatleri, sağlayacakları ekonomik yarar gerekçe gösterilerek korunmaktadır.
***
Ülkemizde yıllardır çevre koruma alanındaki faaliyetleriyle tanınan TEMA Vakfı'nın 'Türkiye'de Etki Değerlendirme Süreçleri ve Sağlık' başlıklı çalışmasında bu çelişki şu sözlerle dile getirilmektedir:
'Altyapı, enerji, ulaşım gibi projelerin temel amacı toplumsal refahı, yani toplumda bireylerin yaşam kalitesini artırmaktır. Toplumsal refahın ve bu refahın dağılımının, ekonomik, sosyal ve ekolojik olmak üzere üç boyutu vardır ve bu boyutlar birbirlerini ikame edemez. Buradan hareketle ve teorik bir bakış açısıyla, projelere ilişkin kararlarda yaşanan sorunların/çatışmaların aslında temelinde bu üç refah boyutu içinden ekonomik refahın ön planda tutulması yatmaktadır. Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) uygulamaları bağlamında bakıldığında, ÇED fayda-maliyet analizinin basit bürokratik bir parçası gibi düşünüldüğünde ve süreç sağlıklı işlemediğinde, ekonomik fizibilitesi geçer not alan yatırımların toplumdaki sosyal ve ekolojik refaha ilişkin sonuçları göz ardı edilebilmekte veya sosyal ve ekolojik refah bileşenlerinin ekonomik refah ile ikame edilebileceği varsayılmaktadır.'
***
Peki, bu süreç nasıl daha sağlıklı bir biçimde işletilebilir?
TEMA'ya göre bu durum ÇED süreçlerinin başında etkin katılımın sağlanması ile çözülebilecektir ve bunun ilk şartı da ÇED mevzuatında bu yönde düzenlemelerin yapılmasıdır. Böylece uygulamada sadece bilgilendirme ve görüş verme ile sınırlandırılmış olan halkın katılımının 'tüm süreçte görüş alışverişine dayanan ve geri bildirim mekanizmalarını kapsayan bir sürece dönüştürülmesi' mümkün olacaktır...
Bu temenninin hayata geçirilmesinin ancak devletlerin ve onu yönetenlerin yasaları uygularken 'katılımcı demokrasi' ilkelerini benimsemeleri durumunda sağlanabileceği açıktır.
***
Yazımızın en başında çevre koruma sürecinin ancak küresel bir süreç olabildiği takdirde anlam kazanabileceğini söylemiştik...
Küresel süreçlerin bu yönde işleyebilmesi için de devletlerin 'toplumsal/rasyonel aklın' sesine kulak vermeleri ve kendi görevlerini bu çerçeve içinde tanımlamaları şarttır...
'Bu bir hayaldir' derseniz, cevabımız, 'Evet, ama yine de güzel bir hayaldir' olacaktır!