Bir önceki yazımızda Türkiye'de kadın haklarının bizzat Cumhuriyet hükümetleri tarafından teşvik edilmesi ve tanınmasının o dönemin 'modernist' ulus anlayışına olduğu kadar eski Türk topluluklarında kadınların oynadığı önemli role de dayandırıldığını görmüştük...
Daha 1923 yılında Mustafa Kemal İzmir'de yaptığı bir konuşmada 'Bir heyeti içtimaiye (sosyal topluluk), cinslerinden yalnız birinin icabatı asgariyeyi iktisap etmesiyle iktifa ederse (kendisini oluşturan cinslerden yalnızca birinin asgari hakları elde etmesiyle yetinirse) zaaf içinde kalır.' ifadesini kullanmıştı...
O dönemde eski Türk tarihinde kadınların oynadığı rol, bu açıdan hep örnek gösterilmişti.
***
'Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını' başlıklı bir kitap yazmış olan Fransız tarihçi ve Türkologu Bernard Caporal, bu ideolojinin taşıdığı 'ikili' özelliğe eserinde şu sözlerle dikkat çekmektedir:
'Kemalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında ortaya çıktığını gördüğümüz Batıcı eğilime bağlayabilir miyiz? Kesinlikle, yalnız bir koşulla... Mustafa Kemal koyu bir ulusçu olarak Türkiye'nin Batılılaştırılması gerektiğinde onlarla birlikte olsa da, tüm Türk birikimini bu uğurda feda etmeyi reddediyordu. Gazi, halkını Batı'ya yöneltirken hep ulusal geleneklere sesleniyor, daima özgün Türk değerlerini ön plana çıkarıyordu. Halkını yeniden biçimlendirmede bu gelenek ve değerlere dayanıyordu. Halkını, özgünlüğünü yabancılaştırmaksızın, hatta onu daha da geliştirerek modernleştirmeliydi.'
Yazar, devamla daha önce Ziya Gökalp'in 'Türkleşme/Batılılaşma' ile 'İslamcılaşma' arasında var olan çelişkileri uzlaştırma çabalarına dikkat çekerek, 'Gazi, bu çatışmanın en güçlü olanın zaferiyle sonuçlanacağını anlamıştı. Öyleyse Türkiye laik olacaktı.' saptamasını yapmaktadır.
***
Burada sözü edilen çatışma hiç kuşkusuz aynı zamanda iki farklı 'hukuk sistemi' arasındaki bir çatışmaydı...
'Şeri Hukuk', kadının toplum içindeki rolünü bin yılı aşkın bir süre öncesinin koşullarına göre belirlerken 'laik' ya da 'modern' hukuk 'çağdaş toplum'un yaşam koşullarına uyum sağlamayı esas almaktaydı...
Hiç kuşkusuz, bu iki hukuk sisteminin kadın konusuna yaklaşımları da o ölçüde farklıydı.
***
Kemalist ideoloji diye bir şeyden söz edeceksek, bunun sınırları kesin olarak belirlenmiş bir 'doktrin' olmadığını, bilimin ve 'medeniyet'in gelişimine uygun olarak dönüşebilecek bir 'fikirler manzumesi' olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor...
Bu 'ideoloji', söz konusu çelişmeyi dinsel inancın bireysel ve vicdani bir sorun olduğunu, kamu yaşamının ise çağdaş yasalara göre yürütülmesi gerektiğini belirterek çözmeye çalışmıştır... Buna göre hukuk sistemi çağdaş yaşamın gereklerine göre şekillendirilecek, ancak insanlar istedikleri dini inancın gereklerini özel yaşamlarında uygulayacaklardır...
Kadınlar da toplumsal yaşama çağdaş hukuk ilkeleri çerçevesinde özgür bireyler olarak katılacaklardır.
***
Bu değişimin gerçekleştirilebilmesi için yalnız hukuk sisteminin değil eğitim sisteminin de gözden geçirilmesi gerekmekteydi...
Mustafa Kemal Paşa daha 1923'te 'Memleketimizin darülirfanları (eğitim kurumları) bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek oradan çıkmalıdır' demişti...
Bu konuşma, daha sonra çıkarılacak olan 'Tevhid-i Tedrisat' (Eğitimin Birleştirilmesi) yasasının habercisiydi.
***
O dönemde medreselere dayanan eğitim sistemi, kadının eğitim görmesinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyordu...
Bu nedenle önce 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 'Tevhid-i Tedrisat Kanunu' ile okulların yönetilmesi görevi Şeriye ve Evkaf Vekaletinden alınarak Milli Eğitim Bakanlığı'na devredildi...
Hemen ardından medreseler lağvedildi... Karar o dönem TBMM'de önemli bir güç olan muhalefet temsilcilerinin büyük tepkisine yol açtı; Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey, muhalif milletvekilleri tarafından Meclis'te hırpalandı...
Mustafa Kemal, bu karara yapılan itirazları şu sözlerle cevaplandırdı:
'Siz okul istemiyorsunuz; oysa millet istiyor. Bırakın bu zavallı halkın çocukları eğitim görsün; medreseler yeniden açılmayacaktır, milletin okullara ihtiyacı var.'
(Devam edecek)