İnsanlar genellikle dünyayı objektif olarak algıladıklarını düşünür...
Oysa algılarımız dünyanın çok küçük bir bölümüyle ilgilidir ve duyu organlarımızın algıladığı çerçeveyle sınırlı kalır...
Üstelik, çevremizden bize ulaşan sinyaller beyinlerimizde şekillendirilmedikçe 'anlamsızdır'!
***
Bunun nedeni, doğanın uyguladığı bir tür ekonomi kuralıdır...
Her canlı, kendi yaşamını sürdürmeye yetecek bir algılama sistemine sahiptir...
Bundan fazlası enerji israfına yol açacağı için gereksizdir.
***
Örneğin bir amip, tek hücreden oluşan vücudunun belli bölgelerini çıkıntılar halinde bükerek çevrede gezer, bir engele çarparsa etrafından dolaşır... Yani görme, duyma gibi duyu organlarına ihtiyaç duymadan yaşamını kolayca sürdürebilir...
Sivrisinek ısıya ve kan kokusuna karşı duyarlıdır... Bizim gibi görmez, gözleri ısıya karşı duyarlı bir tür termal kameradır...
Yarasa, geceleri avlandığı için bizim gibi renkleri ayırt etmeye gerek duymaz; ancak çok hassas kulaklara sahip olduğu için bunları bir sonar gibi kullanarak yönünü bulur...
Köpekler renkleri bizden farklı algılar; bizim sarı, yeşil ve turuncu olarak gördüğümüz renkler köpekler için sarının tonlarıdır, çünkü avlanmak için bu kadarı yeterlidir...
En yakın akrabalarımız olan primatlar ise genellikle ormanda geliştikleri ve meyvelerle beslendikleri için daha geniş bir renk yelpazesine sahiptir, biz de onların mirasını devraldığımız için dünyayı 'çok renkli' olarak görürüz.
***
Ne var ki, görme organımız tarafından beynimize iletilen ve renk olarak algılanan sinyaller, aslında farklı frekanslardaki fotonların nesnelere çarpmasından kaynaklanan fiziksel bir olaydır... Yani nesneler aslında renksizdir...
Beynimizdeki renk ıskalasının ötesine uzanan ancak bizim göremediğimiz çok geniş başka frekans alanları da vardır. Bu alanlarda olup bitenleri gözümüzle göremeyiz, ancak özel aletlerle görülebilir kılabiliriz...
Kısacası, hiçbir canlı dünyayı 'objektif' olarak göremez; tüm canlılar yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan neyse onu 'görecek' şekilde evrim geçirmişlerdir.
***
İş bununla da kalmaz...
Biz insanların duyu organları tarafından algılanan 'veriler', nöron olarak adlandırılan sinir hücrelerinin kimyasal ve elektriksel atımlarıyla beynimize iletilir ve orada çeşitli işlemlerden geçirilir...
Bu işlemlere hem organik yapımız hem de yarattığımız kültürel ortam katkıda bulunur... Dolayısıyla doğuştan gelen genetik yapımız kadar, daha önce beynimize depolanmış bilgiler de duyularımızdans gelen sinyalleri etkiler, değiştirir; bu arada kendileri de değişim geçirir.
***
Konumuza girmeden önce günümüzde bilim dünyası tarafından genel kabul gören bu bilgileri kısaca hatırlatmakta yarar gördük...
Çünkü bu tür bilgiler, gördüğümüz eğitim sırasında bize zaman zaman verilmiş olsa bile biz o bilgileri günlük yaşantılarımıza pek yansıtmayız... O nedenle de bir kurgu olduğunu bilsek bile televizyonda gördüğümüz bir görüntüyü çoğu zaman gerçek olarak kabul eder ve 'gözümle gördüm kardeşim!' deriz... Oysa gördüğümüz, yalnızca stüdyolarda oluşturulmuş, işlenmiş ve bizim algılama sistemimiz ve kültürel değerlerimize göre uyarlanmış bir takım elektromanyetik sinyallerden başka bir şey değildir...
Bu durum, yalnız televizyon ya da görsel araçlarla edindiğimiz bilgiler için geçerli olmakla kalmaz, duyduğumuz ya da duymak istediğimiz şeyleri de kapsar.
***
İşte bu nedenledir ki, insanlar her zaman 'propaganda' ya da 'algı operasyonu' adı verilen işlemlere tabi tutulmuşlardır...
Peki, bu tür algılama hatalarını düzeltecek bir mekanizma var mıdır?...
Evet, vardır... Biz buna 'gerçekler' diyoruz; çünkü algılama hataları bizi çıkmaza sürüklerken gerçekler inatçıdır ve sonunda kendilerini kabul ettirir.
(Devam edecek)