Yirmi üç yıl, bir ülke için kısa bir zaman dilimi sayılabilir. Ama bazı dönemler vardır ki yıllar; on yıllar kadar ağır geçer.
Toplumların kader çizgisi, bir kuşağın ömrü kadar olan bir sürede bambaşka yöne evrilir. Türkiye’nin son 23 yılı tam da böyle bir hikayedir işte. Büyük umutlarla başlayan fakat, derin bir eşitsizlik ve sessizlikle devam eden bir hikâyedir.
Ekonomik tablo, toplumun geniş kesimleri için giderek daha karanlık bir hâl aldı. Gelir dağılımı uçurum hâline geldi; bir avuç insanın serveti katlanırken, milyonlar geçim derdinde her gün biraz daha yoksullaştı. Ev almak, hatta kirada yaşamak bile artık büyük bir mücadeleye dönüştü. Asgari ücret, temel ihtiyaçları karşılamaya yetmezken, vatandaş faturalarını ödemekle ekmek almak arasında seçim yapar hâle geldi. Refah, “belli kesimlere uygun” bir ayrıcalık hâline getirildi; orta sınıfın beli büküldü gelir düzeyi itibariyle açlık sınırının altına itildi. Sadece nefes alıyorlar.
Ekonomideki bu dengesizlik, sadece maddi bir tabloyu değil, toplumsal adalet duygusunu da erozyona uğrattı. Çünkü; zenginler daha zerginleşirken orta sınıf fakirleşti fakirler ise dilenci oldu. Bu gün destek alamadan yaşayamayan 4 milyon aile var. Bu uçurum toplumsal dokuyu bozdu. Sosyolojik olarak ayrıştık. Liyakat yerine kayırmacılık hakim oldu devletin dengesi bozuldu. İnsanlar, emeğin karşılığının alınmadığına; liyakatin yerini sadakatin, adaletin yerini güç ilişkilerinin aldığına inanıyor artık.
Bu dönemin bir diğer ağır faturası, hukuk ve demokrasi alanında yaşanan gerileme oldu. Türkiye, bir zamanlar bölgesinde “demokratik umut” olarak anılırken, bugün ifade özgürlüğünün daraldığı, eleştirinin korkuyla eşdeğer görüldüğü bir iklime sürüklendi. İnsanlar artık sadece yanlışları dile getirmekten değil, düşüncelerini paylaşmaktan dahi çekinir oldu. Korku, oto sansür ve sessizlik; toplumsal yaşamın görünmez kuralları hâline geldi.
Kamu varlıkları, birikimler, kurumlar… Hepsi birer birer aşındı. Cumhuriyet’in onlarca yılda inşa ettiği kurumlar ya işlevsizleştirildi ya da kimlik değiştirdi. Devlet, kurumsal bir yapı olmaktan çıkıp, bireysel inisiyatiflerle yürüyen bir organizmaya dönüştü. Bu dönüşüm, sadece yönetim biçimini değil, vatandaşın devlete olan güvenini derinden sarstı.
Toplumsal yapıda bir diğer belirgin değişim, yüklerin giderek eşitsiz dağılması oldu. Artan vergiler, yüksek yaşam maliyeti, sürekli değişen ekonomik politikalar; sıradan vatandaşın omzuna binen ağırlığı daha da artırdı. Buna bir de kontrolsüz göç, işsizlik ve umutsuzluk eklendiğinde, toplumun sinir uçları artık sürekli gergin bir hâle geldi.
Sonuç: Yirmi üç yılda elimizde; ekonomik olarak kırılgan, siyasi olarak kutuplaşmış, sosyal olarak yorgun bir toplumun oluşturduğu ülke var. Ve belki de en acı olanı şu: Bu süreçte insanlar sadece gelirlerini, haklarını ya da refahlarını değil; konuşma cesaretlerini de kaybettiler.
Bugün geldiğimiz noktada en temel ihtiyaç, ekonomik reformlardan ya da yeni siyasi söylemlerden önce, yeniden adalet duygusunu ve toplumsal güveni inşa etmek. Çünkü bir ülke ancak vatandaşlarının birbirine ve kurumlarına güveni kadar ayakta durabilir.
Geriye dönüp baktığımızda, şu soruyu sorma sak olmuş; Biz gerçekten ilerledik mi, yoksa sadece alıştırıldık mı?