'Nasıl bir çevrecilik' başlıklı yazılarımızın bir öncekinde doğayı koruma adına uygulanan bazı politikaların aslında doğayı tüketmeye cevaz veren özellikler taşıdığını belirtmiş, örnek olarak da 'doğayı tüketenin o kaynağın bedelini ödemesi' ya da o kaynak kadar bir miktarı 'yerine koyması' kuramını vermiştik...

Bu düşüncede olanların göremedikleri ya da görmek istemedikleri nokta, doğanın -insanı da içeren- tek bir 'biyosfer' oluşturduğudur. O biyosfer, tek tek ağaçlar ya da belirli bir doğal kaynaktan ibaret olmayıp, bir bütündür... Varlığından bile haberdar olmadığımız milyonlarca mikroskobik organizma, tanımlanmış ama henüz aralarındaki bağlantılar keşfedilememiş sayısız canlı varlık, cansız olarak nitelediğimiz ama üzerindeki varlıkların yaşam koşullarını oluşturan coğrafya, bunların tümü herşeyin birbirine bağlı olduğu tek bir sistem oluşturmaktadır...

İnsanın çevresini tahrip etmesi biyosfer içinde yaralar açmakta, belirli bir sınırın ötesine geçildiğinde doğanının değil ama o çevrenin kendini yenileme ve varlığını sürdürme gücü tükenmektedir.

***

Bugüne kadar tek tek devletler ya da toplumlar düzeyinde geliştirilmiş olan 'çevre koruma' programları ne yazık ki hiçbir yerde istenilen sonuçları vermemiştir...

Devletlerarası uzlaşma çabalarının hep başarısız kalmış, çevre tahribatı alınan tüm önlemlere karşın bir türlü durdurulamamıştır....

Bu da meseleye bir başka açıdan bakmanın gereğini göstermektedir.

***

Konuya ilişkin daha önceki bir yazımızda aklın, bize içgüdülerimizi denetim altına alma, gelecekteki mutluluğumuz için gerektiğinde güçlüklere katlanarak çalışma ve fedakarlık yapma gibi olumlu özellikler kazandırdığını...

Dahası, sözünü ettiğimiz aklın yalnız bireysel değil 'toplumsal' bir nitelik de taşıdığını söylemiştik...

Geçmişimizden gelen içgüdüler insan topluluklarını hemcinslerini yok etmeye, çevresindeki tüm zenginlikleri mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde (başkaları kapmadan) tüketmeye zorlarken, o akıl bu içgüdüleri dizginleyebilir ve yaratıcı bir enerji kaynağına dönüştürebilir.

***

Ancak sözünü ettiğimiz türden bir 'toplumsal akıl', kendiliğinden gelişme imkanı bulamaz...

Bunun için karşılıklı fikir alışverişi, olumlu tartışmalar ve özgür bir ortam gerekir...

O ortam, ancak demokrasi ve fikir özgürlüğüyle karakterize olan 'katılımcı demokrasi' sayesinde yaratılabilir.

***

Günümüzde çevreyi ve insanlığı korumayı amaçlayan düşünceler ve toplumsal akımlar, hiç kuşkusuz geçmişte olduğu gibi gelecekte de toplumsal çatışmalar yaratacak, bu çatışmalar dünya siyasetine çeşitli eğilimler olarak yansıyacaktır...

O eğilimler arasındaki çelişme ve çatışmaların doğayı koruma yönünde barışçıl bir biçimde çözümlenmesi, günümüzde 'sistem'e damgasını vuran dar bakışların ve ilkel güdülerin karşısında 'akılcı' çözümlerin geliştirilebilmesine bağlı olacaktır...

Demokrasi ve fikir özgürlüğü bunun için gerekmektedir.

***

Başka bir deyişle çevreyi savunmak demek, günümüzde demokrasi ve fikir özgürlüğünü savunmak demektir...

Demokrasi ve fikir özgürlüğü olmadan, başka bir deyişle sivil toplumun katılımcı yönde sürece müdahalesi sağlanmadan doğal kaynaklara zarar veren güçlü lobilerin durdurulması son derece güçtür...

Denilebilir ki, günümüzde neredeyse tüm ülkeler doğayı koruma amaçlı yasalar çıkarmıştır; dolayısıyla yasalar yoluyla denetim zaten yapılmaktadır...

Ancak ülkemizde olduğu gibi dünyada da yaşanan gerçekler, yasaların uygulanmasının hukuksal süreçlerin yanı sıra sivil toplum ve çevre halkının katılımını da gerektirdiğini açık bir biçimde ortaya koymaktadır...

Aksi takdirde sözünü ettiğimiz güçlü lobilerin etkisi, hükümetlerin kısa vadeli ekonomik yarar sağlamak uğruna uyguladığı kimi politikalarla da birleşerek bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da doğanın korunmasının geri plana itilmesine yol açacaktır.

(Devam edecek)