Bir önceki yazımızda insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğin, ona kavramlar ve kuramlar yaratabilme, böylece de geleceğe yönelik planlar yapıp onları uygulayabilme imkanı veren 'soyut akıl' olduğunu söylemiş...
Ardından yalnız bireysel değil toplumsal bir nitelik de taşıyan o aklın, bize içgüdülerimizi denetim altına alma, gelecekteki mutluluğumuz için gerektiğinde güçlüklere katlanarak çalışma gibi olumlu özellikler kazandırdığını sözlerimize eklemiştik...
Ancak soyut akıl, bu olumlu nitelikler kadar insanı hem kendi hemcinslerine hem de doğaya karşı 'yabancılaştıran' özellikler de taşımaktadır.
***
Bu düşünceyi biraz daha açabilmek için soyut aklın uygarlıkla birlikte gelişen evrelerine ve bu evrelerin toplumsal sistemlerle ilişkisine bakmak gerekir...
İnsanın kendisini tüm diğer canlılardan ayrı bir varlık olarak görmesi, onun doğal çevre ile ilişkisini de etkilemiş...
Bunun sonucunda kendisini 'doğanın efendisi' olarak gören insanoğlu, çevresindeki tüm bitki ve hayvanların kendisinin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yaratılmış olduğu düşüncesine kapılmıştır.
***
Bu nedenledir ki bir çok dilde 'sömürme' sözcüğü doğadan yararlanma anlamında kullanılmıştır...
Bu 'ilkel' düşünce Ortaçağlar boyunca ortadan kalkmamış daha sistematik bir hal almıştır...
Ancak modern çağın sistemi olan kapitalizm, üretim kapasitesini daha önce görülmemiş bir biçimde artırırken dünyadaki kaynakların sonsuza kadar 'sömürmenin' mümkün olmadığını göstermiş, bu kaynakların bir noktada tükeneceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
***
Bu noktada, soyut akıl, 'sınırlı kaynakların ele geçirilmesi' kavgasında kullanılmaya başlanmıştır...
Başlangıçta, sanayi devrimini gerçekleştirmiş ve avantaj kazanmış ülkeler, diğer ülkelerin de aynı yolu izleyerek değerli kaynakları tüketmesine engel olabilmek için bu kaynakların kendilerinin temsil ettiği 'üstün insanların' hakkı olduğu düşüncesini ortaya atmış...
Böylece gelişen doğa bilimlerinin bulgularından -örneğin Darwin'in evrim teorisinden- de esinlenen ve bu nedenle 'sosyal- Darwinizm' olarak adlandırılan bazı akımlar doğmuştur...
Irkçılık, şövenizm, biyolojizm olarak adlandırılan bu akımlar, orta çağdan kalan dinsel önyargılarla da birleşerek siyasal, toplumsal ve bilimsel alanlarda büyük kırımlara neden olmuştur.
***
Ne var ki, emperyalizm döneminde bu akımların iki büyük dünya savaşına yol açması sonunda bu tür düşüncelerin sorgulanmasına yol açmış...
Bu sorgulama doğaya bakışı da değiştirmiş ve 'çevreci' akımları ortaya çıkarmıştır...
Ancak çevrecilik de kısa zamanda kendi içinde ayrışmıştır.
***
Çevreyi sınırsız sömürmenin yol açtığı felaketleri görmezden gelemeyen ancak kapitalist düşünce çerçevesini aşamayan toplumlar içinde ilk gelişen tepkilerden biri 'ikamecilik' akımı olmuştur...
Bu akım, 'doğal kaynakları tüketelim, ama tükettiğimizin yerine yenisini koyalım' diye özetleyebileceğimiz bir 'felsefe' geliştirmiştir...
Bu bakış açısı doğaya bir sermaye olarak bakmakta ve onu bankadaki finansal bir kaynak gibi kullanmayı amaçlamaktadır... Bu düşünceye göre doğal bir kaynağa parasal bir değer biçilmekte ve doğayı tüketenin o kaynağın bedelini ödemesi ya da o kaynak kadar bir miktarı 'yerine koyması' beklenmektedir.
***
Bu düşünce en açık biçimde ormanlar karşısında takınılan tavırda ortaya çıkmaktadır...
Ormanların sınai ve ticari amaçlar için tüketilmesine izin verilmekte, ancak o kaynağı tüketenlerin başka uygun gördükleri bir yerde belirli bir miktar ağaç dikmeleri ya da bunu yapmadıkları takdirde belirli bir miktar 'tazminat' ödemeleri istenmektedir...
Bu da 'doğa koruma politikası' olarak gösterilmektedir.
(Devam edecek)