Suriçi'nde mi büyüdünüz?

İstanbul'un tarihi yarımadasıSuriçi'nde liseyi bitirene kadar oradaydım. Orası, nasıl tarif edilir? Tarif etmeye gerek var mı bilmiyorum. Bir Ankara gazetesine İstanbul'u tarif etmek ne kadar doğru? Çünkü biliyorsunuz, Ankara ile İstanbul arasında kronik bir hikaye vardır. Ankara nedense İstanbul'u sevmez. Ben çok uzun yıllar belgesel ile uğraştım. Yani İstanbul dışında bir çok şehirde yaşadım. Genel olarak memleketin bir İstanbul alerjisi var. Bunda haklılık payları var. İstanbul'un burnu büyüktür tepeden bakar insanlara... Bu doğru bir saptama ama bir noktadan sonra travmatik bir süreç yaşanıyor.Halen Ankara'da bir İstanbul meselesi alttan alta yaşanıyor. 'Leyla ile Mecnun' diye bir televizyon dizisi vardı. Dizinin bir bölümünde 'Leyla İle Mecnun' ekibi ile 'Behzat Ç.' ekibiaynı karede buluşuyor.Leyla ile Mecnun ekibi Ankara'dan İstanbul'a dönerken arabada 4-5 kişiler. Dizide hırsız karakterini oynayan Yavuz (Osman Sonat), 'Ankara'nın en güzel tarafı İstanbul'a dönmek' diyecekken cümlenin sonunu getirmeden arabadan döve döveatıyorlar.Git! Bu cümleyi tamamlama diyorlar. Çok doğru bir espri...

BİZİM ORADA ÇOCUKLAR DAHA ERKEN BÜYÜRDÜ

Ankara'nın İstanbul ile meselesi ta Cumhuriyet döneminden başlayan bir hikaye. Çokta fazla yüceltmemek gerek doğduğun yeri. Herkesin doğduğu yerde hatıraları vardır, hayatı orada şekillenmiştir.Doğal, çerçi yükünü satar derler. Bu laf buraya uygulanır mı? (Gülümsüyor) Neticede göreceli bir durum.

Annenin aşuresi sana daha iyi gelir gibi bir subjektif tarafgirlik var. O tarafgirliğin arkasından belki hasımlıkta doğar ama ne yapabilirim benimde kısmetime, bu düştü. Bizim orda çocuklar daha erken büyürdü. İnisiyatif kazanırlardı. İstanbul'un şöyle bir avantajı oldu benim için; Suriçi'nde farklı etnik yapıdan insanlar bir arada yaşıyordu.Bu insanlar okullarda,pazar yerlerinde yada kamusal alanlarda iç içe geçiyorlardı. Birbirine benzemez birsürü insan benzer mekanlarda yaşayınca bu renklilik sana artı katıyor. Yüceltmek istemiyorum ama o bakımdan bunu şans olarak kabul ediyorum. Çünkü her çeşit insan vardı. Her çeşit dil ve sohbet vardı. Giderek tek tipleşen bir dünyada o renklilik bir zenginlik gibi geliyor. (Ne dedim ben? Hayırlısı neyse o olsun J)

Üniversiteyi Ankara'da okudunuz değil mi?

1976 yılında Ankara SiyasalBilgiler Basın YayınYüksekOkulu'ndamezunoldum.Üniversiteyebaşladıktansonra 9 ay sonraokuldaboykot başladı. Boykot 9 ay sürdü. Bende o süreçte İstanbul'a gittim. Erler Film'de bir arkadaşımın dayısı vardı. Onun desteği ile ikinci yönetmen yardımcısı asistanı olarak işe başladım. Aslında benim pozisyonum üçüncüydü ama herhalde bütçeleri azdı. Yeterince asistan bulundurmuyorlardı.

Normalde daha sıkı bir ekipte, daha arka plan bir pozisyon. Yani ikinci derecede bir asistan, rejiye daha yakın olabilecek bir pozisyondadır, yüksektir ama orası öyle kara düzen bir yerdi. Benim işim kostümdü.

Kostüm derken...

Mesela diyelim ki o gün oyuncunun restoranda yemek yiyen bir sahnesi var. Oyuncuya diyorsun ki 'Bak senin bu sahne için ceketli, kravatlı gelmen gerekiyor' diye bildiriyorsun. Oyuncunun kostümlerinin yapım ekibi tarafından tedarik edilmesi daha yakın zamanın prodüksiyonu.Eskiden gariban oyuncular sette ne giyeceklerse kendileri kıyafetlerini evden getirirlerdi.

O dönem ne boykotu vardı?

Boykotun ne olduğunu hatırlamıyorum. 1976 yılıydı. İstanbul'dan gelen parayla yaşayan biri olarak Ankaraekonomik olarak benim için zordu. İstanbul'a gidip orada çalıştım. Filmin ortasında okul açıldı. Yönetmen Atıf Yılmaz ile çalışıyordum. Okulum açıldı diye Ankara'ya dönmek zorunda kaldım.

Okulu bitirebildiniz mi?

Bitirdim. 7 yıl sürdü galiba okul. Hadi birini boykot yedi diğerlerini de ben yedim. (Gülüyor)

Yönetmenlikte yapıyorsunuz değil mi?

Üniversitede olduğum dönemde35 mm film dünyasını seven insanlar vardı. Sinema tutkusu olan insanlar bu gurupta buluşmuştu. Biz 35 mm film sevdalısıyken hayat yavaşça videoya dönmeye başladı. Bizim o sevdadan gözümüz karardığı için gerçekliğin ne tarafa doğru evrildiğini göremedik. Biz sadece birtakım hayalleri olan insanlar git gide uzaklaşıyoruz bir baktık dünya başka bir yere doğru gitmiş. Güzel bir salaklık biçimiydi o salaklıktan bizde çok vardı. Hayat bir yöne doğru giderken sen hala kendi rüyalarında başka şeyler hayal ediyorsun.35 mm sinema tutkunusun ve dünya videoya dönüyor. Videonun umurunda değildi. Şüphesiz işine yarayanı kullanır ama felsefesi ayrı, ruhu ayrı, yaklaşımı ayrı her şeyi ayrıydı.

Ankara'da siyasal basın yayında okurken çok değerli hocalarımız vardı. Bu değer kavramı şöyleki: Dünyaya bakmayı, geniş düşünmeyi, eleştirel düşünmeyi öğretirlerdi ve ellerindeki bütün kaynaklarla bu düşünme biçimlerini beslerlerdi. Teorikolarak çok güçlü bir eğitim aldık. Bizi çok iyi donattılar ama market, pazar yada profesyonel paralı sürecin umurunda değildi bilginin seviyesi, genişliği. Onlar musluğu açıp, kapatacak adam arıyorlardı. O kadar pragmatiklerdi. Dünyaları öyleydi o yüzden mesela vizyona daha ziyade teknik video eğitimi alanlar çok hızlı sektörde pozisyon sahibi oldular. Senin düşünüş biçimine ihtiyacı yoktu. Ne gerek vardı ki?

SÜHA ARINLA ÇALIŞTIM

Sizi yönetmen diye tanıtıyorlar...

Ben belgesel sinemayla da ilgilendim. Okulda iki tane hocamız vardı. Süha Arın ve Güner Sarıoğlu. Ben Güner Sarıoğlu ile çalıştım. Daha sonra Süha Arınla tanıştım onunla çalışmaya başladım. Yıllarca onunla çalıştım. Çekirdek bir ekibi vardı. Yalçın Yelence vardı ilk ekipte sonra yönetmenlik yapmış Nesli Çölgeçen vardı ama onlar mezun oluyordu. Birkaç kişilik çekirdek bir ekiple.

Zaten SühaArın'ın başka bir fiks ekibi vardı. Onlar okul dışındandı ama proje bazında onlar istihdam edilirdi birlikte çalışırdık. Tatlı bir çalışma grubuyduk herkes her işi yapardı. Voleybolda döne döne oynarsın ya onun gibiydi. O yüzden kameradan tut, rejiye, proje hazırlığına. Ben daha ziyade proje ön hazırlığı bölümünde daha iyiydim. Alan araştırması ve metin yazımında daha başarılıydım.

CAN DÜNDAR İLE BELGESEL YAPTIK

Hangi filmlerde yönetmenlik yaptınız?

İşte o belgesel meselesi bir süre devam etti sonra okul bitince biz İstanbul'a gittik. Bir iki arkadaşımızla fiks çekirdek ekip Süha hocayla Milliyet televizyon video birimine geçtik. Uzun yıllar beraber çalıştık. O zaman Milliyet Gazetesi Cağaloğlu'ndaydı yani basın o zaman henüz İkitelli'ye geçmemişti. Basının Cağaloğlu'ndan kalkıp İkitelli'ye gitmesi basının bir tür gündelik hayatın içinden soyutlanması demekti. Sektör mekan değiştirince o sektörde çalışan insanlar o mekanlarda kazandıklarını kaybedebiliyor. Sonraki süreçte biz Can Dündar ile belgesel yapmaya başladık. O benim belgesel geçmişimi iyi bilir. Sonrasında 'Gölgedekiler' diye bir dizinin ekibinde yer aldım. Bu proje için Ankara'da 9 ay kaldım. Cumhuriyetin ilk yıllarına dair bir projeydi.

Mesela 'Serbest Fırka' deneyimi vardı. Daha duygusal bir hikaye olan Fikriye'nin sevgisi, sevdası, aşkı ve ölüm hikayesi vardı. Aşağı yukarı o yıllara, Cumhuriyet'in ilk yıllarına odaklanmış bir projeydi. Fakat bir takım sorunlar çıktı ve 10 bölümlük dizi 6'ncı bölümden sonra bitti. Hatırladığım kadarıyla bazı çevrelerde rahatsızlık uyandırdı. Kanalda o nedenleprojeyi geç saatlere attı ve daha geç saatlere atılması dizinin bırakılmasının görünür sebebi oldu.

YOKLUĞUN ESTETİĞİ!

Siz metin yazarlığı mı yaptınız orada?

Ben o filmin yönetmeni değilimbir nevi yaptığım teknikerlikti. Yönetmenlik değil teknikerlik neticede sana hazır bir teks geliyor. Onun görüntülenmesi senin sorunun ve diyorsun ki bu teksin şurasını görüntülemekte zorlanırız yada bu teksin buralarında biraz sarkma var ritimde sorun olur.

Yönetmen daha başka bir şey bence. Fikirlerimi söylüyorum. Fikirlerimin bazı kısımları kabul ediliyor. Metin düzenleniyor tekrar. Tamamen eski film yada eski fotoğraflarla olmuyordu. Bir miktar minik düzenleme yapıyorduk. Mesela Fikriye'nin Avrupa'dan Türkiye'ye geri dönüşünde bir tren sahnesi çektik. AnkaraGarı'nda eski bir vagonda çekim yaptık. Ekipten bir arkadaşımızı Fikriye yaptık. Çok fazla yüz göstermemeye gayret ettik. Dönem kostümü yaptık. Çok eskiden kadın giysilerinde kollarının ucunda dantel hissi veren püsküllü şeyler vardır. Ben bir peçeteyi kağıt peçeteyi uygun biçimde keserek onun bir kumaşın içine koydum ve o etkiyi yarattım. Kendi kendimize böyle şeyler yapıyorduk. Küçük, ve uydurukça aslında yaratıcılıkta denilebilir.

Yokluğun estetiği diye bir kavram vardı. Ulan yok işte sen bunun adına yokluk desen ne olur? Yokluğun estetiği deyince durum sanki daha tatlı hale geliyormuş gibi oluyor. O filmden başka bir de Turgut Özaldöneminde Gökova Termik Santral sürecini belgeselleştirdim.1983-86 yılları. 86 olma ihtimali yüksek o zaman 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye muhalefetinin görünürde gözle gözüken bir kıpırdanmasıvardı. O kıpırdanma da Gökova Termik Santral meselesiydi. O zamanlar Türkiye'de yeni yeni çevreci eğilimler başlıyordu. İnsanlar oraya termik santral yapılmasını istemiyordu. O bir muhalefet kıpırdanmasıydı. Bende bir belgeselci olarak dedim ki gideyim orada bir tanıklık yapayım.

Zıpladım gittim Millet orada Turgut Özal'ı bekliyordu. 'Burası çok güzel bir yer olacak,Buraya 5-10 kilometrelik, asfalt yol yapılacak, villalar yapılacak turist gelecek' dedi. Millet boynunu büktü. Kimseden ses çıkmadı. Öyle olmayacağını biliyordu herkes. Mesele sadece Gökova Termik Santrali değildi. Orada bir de Yatağan vardı. 3 tane yatağan yaptılar yanlış hatırlamıyorsam. Yatağan'nınanasını ağlattılar.Termik santral için kullandığı kömürü ne yapacak bir yere depolayacak onlar ne oluyor toz oluyor. O bütün tarım alanları, ağaçlar filan çevrede ne varsa bütün yeri kül kapladı. Baca gazı hariç. Birde baca gazı çıkıyordu. Sonra iç hastalıklar arttı. Kanser vakaları arttı. O kadar insanı yerinden ettiniz, tabiatı tahrip ettiniz, bunu yaptınız, şunu yaptınız 'Aldığın abdest ürküttüğün kurbağaya değdi mi?'O sürece tanıklık edebilmek için bir belgesel çekmiştim işte.

GÖKOVA İLE İLGİLİ BELGESEL YAPTIM

Gökova ile ilgili belgesel mi yaptınız?

Tabi. O zaman Mehmet Ali Birand hayattaydı. O belgeseli yayınladı. Ben onu kaset haline çevirip basına dağıttım bir tanıklık olarak. Bir belgeselcinin görevi nedir? Tanıklıktır hayata veri sunmaktır. O heyecanla belgeseli yapmıştım.

Sizin için belgeselci diyebilir miyiz peki?

Benim için bir şey demeseniz daha memnun olurum. Ben şimdi artık belgeselci değilim. Şimdi artık belgesel yapmanın imkanları bizim için çok daraldı. Ben babamla 16 yaşına kadar kışları okur yazarlık yapar, yazları köftecilik yapardım. O zaman köfteci de diyebilirsiniz. 16 yaşımda gittim bir mafya babasının gece kulübünde çalıştım. Mafya babasının gece kulübünde çalıştı da diyebilirsiniz. Her yaz ben bir yerlerde çalıştım. Yani niye bana belgeselci diyeceksiniz. Belgeselde yapmış diyebilirsiniz. Bir şey demek istiyorsanız yazıyla uğraşıyor dersiniz.

TV DÜNYASI ÇEKİRGELERDEN BETER

Peki kitaba evrilme süreciniz çok geç oldu değil mi?

Geç neye göre geç? Bir itirazım yok. Herkesin zamanlaması kendi hikayesine göre. Biz sinema duygusuyla dolu gençler olarak, hayatın soğukluğuna döndüğü bir dönemde mecburen bir takım işler bulduk, çalıştık. Fakat bir süre sonra televizyon yapım süreçleri git gide hızlandı. Fastfood dedikleri bir şeye dönüştü. Çok hızlı, özensiz bir sürece evrildi.Çok yabancılaştım bu işleri yapmak istemiyorum. Bıraktım o yüzden televizyonu. Dışardan yarışmalar filan yapıyorduk. Paramızı da alamıyorduk. Bir şirket olarak yapıyorduk. Ben şirketin çalışanıydım. Şirketin sahibi değilim. Televizyon Türkiye'de insanlara çok cazip geldi önce. Bir havalara girdiler. Eskiden televizyon kameraları mahallene geldiği zaman insanlar eve çaya davet ederlerdi. Sonra baktılar ki bunlar çekirgelerden beter. Kimse artık eve almamaya başladı. Çok sonra televizyoncuların zalimliğini gördüler. Özensizler çünkü. Başlangıçta onlarda belki dikkatliydi. Ama sonra o kadar her şey hızlandı ki o hızın arkasındaki mantık ayrı bir konu. Çok bencilleştiler ve sadece kendi işini halledecek, görüntülerini alacak biçimde insanların hayatlarına bir tür ağırlık olarak yansımaya başladılar ve o yüzden o başlangıçtaki şeyleri popülaritesi gitti televizyoncuların.Sorunlu insanlara dönüştüler.

YAZIYORUM AMA YAZARIM DEMİYORUM!

Nasıl evrildiniz yazma sürecine?

90'lı yıllar. 30 sene öncesi ilk kitabım 'Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'dur. Televizyon sektörü baktım beni yoruyor. Burada çalışmak, yaşamak istemiyorum. Bana hitap eden bir şeyi kalmadı. Çok sorunlu bir alandı. Çok suistimalci, çok kayırmacı, üçkağıtçı bir alandı.

Uluslararası televizyoncularla bir sohbet esnasında Hollandalı bir televizyoncu şöyle bir şey demişti; 'Biz televizyonculara akrep deriz.' Hakikaten televizyonların içinde kendine göre bir yarışma mantığı vardır bir de patronların egemen olduğu her yerde eşitsiz bir hiyerarşi vardır.Yani patrona yakınlık yada karar vericilere yakınlık diye bir mekanizma her zaman çalışır. Ve o mekanizmanın çalışmasına o değirmene su taşıyan çok gönüllü vardır. Bir piramit gibi yukarıya doğru, liyakat kalmaz, yaratıcılık kalmaz.

Her neyse televizyon dünyasını bıraktımçok tesadüfi bir şekilde terkedilen bir adamın aşk hikayesi üzerinden yazmaya başladım. O gün bugündür de yazıyorum. 'Yazar'ım kelimesi bana çok iddialı geliyor. Yazar kavramının içinde bir ayrıcalık var ya da bizim algılayışımızda bir ayrıcalıklık var. Neticede bir marangozla bir yazarın şüphesiz farkı var ama yani yazara biraz fazla anlam atfediliyor. İktidar ve bir ayrıcalık kokusu alıyorum ve onun için istemiyorum yazar denilmesini. Edebiyat aşağı yukarı 15 senedir sosyal medya sayesinde köpük gibi birhale geldi.

Sizin statü kavramına direkt bir tavrınız var değil mi?

Bilmiyorum var mı?Statü köşeli yapar insanı ve köşelilik ruhu öldürür. Yani böyle büyük herkesi bağlayan laflar edemem. Benim psikolojimde karşılığı o yani. Ben özgür olmaya çalışıyorum kendim için. Ruhumda böylesi ağırlıklar istemiyorum.

KELİMELERİN SESLERİ VARDIR

Bir aşk acısı ile birlikte mi yazmaya başladınız?

Ya aşk acısı güzelmiş bak bana bir yol açtı. Allah razı olsun ondan, Müzeyyen hanımdan.

İsmi Müzeyyen miydi?

Gerçek adı değildi tabiki. Müzeyyen kelimesinin anlamı da şudur; Müzeyyen; bezeli, süslenmiş, kendisinden ziynetli anlamına gelir. Herhangi bir takı ve aksesuar kullanmayan. Yani bir kadın için kendi doğallığıyla güzel anlamına gelir. İşte kaşı, gözü, orası, burası...

Bir kadının kendi doğal, onu güzel kılacak, bezeli, doğal, ziynetli dememize sebep olacak şeyler ne ise ki orada esas mesela aşığın gözüdür. Ona toz kondurmazsın o sana güzel gelir. O kelimeyi oraya o nedenle koydum. Müzeyyen kendinden güzel. Birde Müzeyyen kelimesinin boyu, içindeki ses çağrışımları muhtemelen 'Z' harfinden geliyor. Titreşimli bir harf o. Kelimeleri seversin, kelimelerin sesleri vardır. Seslerini de seversin. Bir aralar takıntılıydım. O zaman Fuzulide okuyordum. 'Z'lerle aramın iyi olduğu yıllardı o yıllar.

Terkedilme mi üretime katkıda bulunuyor?

O zaman herkes terkedileyim de üretime katkı olsun der. Damdan atlamaya başlar. Çünkü hakikaten birini seviyorsun, terkediliyorsun detaylarına girmeyeyim. Biraz belden aşağılı vurma durumları oluyordu. Oda ağrına gidiyor, inciniyorsun tabi bir şey de diyemiyorsun. Kime ne diyebilirsin ki herkes yetişkin. Ben askerdeydim o zaman. Askerlik ayrı bir hikayedir. Bir aşığın askere gitmesi kadar tehlikeli bir şey yoktur. Orduya da yaramaz bence. Orduya alırken şunu demeleri lazım 'Kardeşim aşıksan orduya gelme''Kardeşim bize de yaramazsın' demeleri lazım.

'Müzeyyen' nasıl film oldu?

Filmin yapımcısı MarselKalvobenim İstanbul'dan yapımcı bir arkadaşım. Osinema sektörüne girmeden önce bizim onunla sohbetimiz, muhabbetimiz ve arkadaşlığımız vardı. Düzgün ahlaklı olan bir çocuk o. Sinema sektöründe düzgün ahlaklı olan birini bulmak zordur. Bir ara İspanya'ya gitmesi gerekti. Yapımcılık eğitimi vardı 15 günlük. Oraya giderken ona bir proje lazımdı. Dedim ki gel Müzeyyen'i yazalım. Bir Müzeyyen yazdık biz bununla birlikte.O da gitti Müzeyyen'i savundu. Onu tartıştı, tartışmalar oldu ve Müzeyyen hayatına bulaştı Marsel'in... Film olmadan öncede tuttu yani Müzeyyen hayatta karşılığını buldu. Marsel bana ilk senaryo ile geldiği zaman baktım ben dedim abi yapmayalım be girmeyelim bu işe. Çünkü hakikaten iyi niyetli bir genç adamın çabasıydı. Aradan yıllar geçti.Bu sefer Marsel daha kararlı bir şekilde geldi ve bunu film yapmak istedi.

İyi dedim yap ama bu hikaye erkek hikayesidir. Keşke buna kadın hikayesi olarak baksa, yani erkek bu şekilde yazmış. Erkek diliyle anlatılmış olmasına rağmen onun kahramanı aslında kadındır.

Gizli bir kahramandır ama kadındır. Ortalıkta bir erkeğin nasıl terkedildiği üzerine yürek ve feryadını ve yangını görürsün ama bütün onlar o kadını işaret ediyordur. Neyse senaryo ekibi hazırlığını yaptı. Her şey hazırdı. Senaryolar geldi okuduk. Öyle olsun, böyle olsun falan ben pek karışmak istemedim. Çünkü orası kolay değildir. Oyuncu talepleri vardır. Yönetmenin talepleri, prodüktörün talepleri, yapımcının talepleri vardır. Bir çatışma alanıdır aslında. Ayrıca ben yazmışım kitabı koymuşum. Film benim işim değil. Yapın kardeşim, elinizden ne geliyorsa yapın. Yanlış, doğru özgür bırakmak doğrudur. Bir dakika hayır o öyle olmaz demek saçmalık geliyor bana. Bırak başkaları da başka türlü düşünsün. Yanlış yapsın canı sağolsun. O yanlıştan başka biri bir doğru öğrenir.

Kitapla film çok uyuşmadı gibi diyenler var?

Olabilir. Zaten edebiyat denilen hadisenin sinemaya uyarlamasında başarı oranı çok düşük derler. Bu zaten öyle bir şey. Hayatı zorlamanın bir manası yok.

GAZOZUN GAZI KAÇIYOR

Ankara sizin için ne ifade ediyor? Ankara'yı seviyor musunuz?

Ankara'yı sevmiyorum diyemem. Ankara İstanbul çekişmesinden ötürü ben İstanbul doğumlu biri olarak kimsenin eline bir malzeme vermek istemiyorum. Bir husumet için. Ankara'yı sevmek için çok fazla nedenim yok. Sevmemek içinde nedenim yok. Bir şey ifade etmiyor. Niye etsin ki? Ankara'da 86-93 yıllarında burada yaşadım. Sonra işte Can Dündar'la belgesel yaparken geldim. Ankara eskiden benim için yaşadığım bir yerdi. Yürürdük, arkadaşlarımız vardı, hayatımız vardı. Sevgilimiz vardı. Sonra yıllar sonra bir gün Ankara'ya geldim valizle...Ben bu şehirde yaşıyordum, benim burada kapısını çaldığım insanlar, benim kapımı çalan insanlar vardı. Birden bire Ankara dedi ki 'Abi sen artık yabancısın'. Eyvallah dedim bende. Ne diyeyim? Bir zamanlar yaşadığım bir yer sonra yaşayamadığım bir yer olunca Ankara benim hakkımda ne düşünüyor? Ankara'ya soralım bir bunu? Tabi bu çocuk burada kaç senedir dirsek çürüttü, dolaştı, yedi, içti, yaşadı, güldü ve ağladı. Sonra sen neden gece vakti oğlanı öyle sokakta bıraktın.

Peki herhangi bir kitap projesi var mı başka?

Bir şey yapacakken söylemem. Söylersem enerjisini kaybediyorsunuz. Belli bir kıvama geliyor. Seni yazmaya mecbur bırakacak bir kıvama geliyor. Yani notlar alıyorsun, bir şeyler yapıyorsun onu dışarıya anlattığın zaman gazı kaçıyor. Gazozun gazı kaçıyor. Enerjin kaçıyor o yüzden söylemem.

Sizi Oğuz Atay'a benzetiyorlar?

Benzetiyorlar. Sağolsunlar ama ben bilemem ki. Etkilenmek kadar doğal ne var yani neticede hepimiz birbirimizden etkilenmiyor muyuz?

Editör: Haber Merkezi