Türk sinemasının kendine has diliyle tanınan yönetmeni İsmail Güneş, son filmi “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban” ile bir kez daha toplumun sessiz yüzüne ayna tutuyor. Başkent Gazetesi’ne konuşan Güneş, sinema serüvenini, sıradan insanlara duyduğu ilgiyi, çekim sürecindeki zorlukları ve sanatın vicdanla kurduğu bağı samimi bir dille anlattı. “İnsanların karanlık ya da aydınlık yüreklerine yolculuk yapma” misyonuyla hareket ettiğini vurgulayan Güneş, “Filmlerimin başrolü her zaman ‘vicdan ve adalet’ oldu” dedi.

· Sinemaya ilk adımınızı attığınız o günlerden bugüne, İsmail Güneş’in sinema anlayışı nasıl evrildi?

İlk filmimde de sıradan insanların, sıradan hikayelerini anlatmıştım; son filmim “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban” filminde de yine sıradan bir insanın sıradan hikayesini anlatmaya çalıştım. Büyük olaylara, abartılmış karakterlere hiçbir zaman yakınlık duymadım. Hemen yanı başımızda, belediye otobüsünde, metroda, minibüste, pazar yerinde gördüğümüz; tanıdığımız, sanki komşumuzmuş gibi insanların karanlık ya da aydınlık yüreklerine yolculuk yapmak bana hep çekici gelmiştir.

· Filmlerinizde gözle görülür bir “vicdan ve toplumsal adalet” teması var. Bu duruş sizin için bir tercih mi, zorunluluk mu?

Sondan başlayarak cevaplayayım: Sanatçı olmaya gayret eden birinin “zorunluluk” duygusuyla üretmesini doğru bulmam. Bu “zorunluluk” hali genelde öğreticilik dayatır ve ben bunun hangi sanat dalı olursa olsun uygulanmasını en azından kendim için doğru bulmam. “Vicdan ve toplumsal adalet” sorununa gelince, şahsen bu temaların tarafımdan seçilmesini “yaradılışla” açıklayabilirim. Bu iki kavramı kendime dayattığımı sanmıyorum. Bir gazete ya da televizyon haberinde, bir mektupta, bir kitabın bölümünde veya buralarda yer almamış ama bir şekilde belleğime yerleşmiş olaylara genelde bu bakış açısından yaklaşır, ilk cümleyi kurmaya başladığımda önce fark etmiyor; sonradan yazdıklarıma yabancılaştığımda dışarıdan bakarak bu duyguyu belirginleştirmeyi sanat anlayışımın bir parçası olarak görüyorum.

“ÖDÜLLER SANATÇILARA DEĞİL İZLEYİCİLERE GEREKLİ”

· “Ateşin Düştüğü Yer” ile uluslararası başarı elde etti, aynı yıl Türkiye’nin Oscar adayı olarak Akademi Ödülleri'nde yarıştı. Bu film, ayrıca Montreal Film Festivali’nin 43 yıllık tarihinde en iyi 20 film arasında yer aldı. Bu başarının sizin üzerinizdeki etkisi ne oldu?

Film bu ödülleri almadan önce gösterime çıkmıştı. Ancak ne yazarlar açısından ne de izleyici açısından umduğumuz karşılığı bulamamıştık. Hatta “Kadına Şiddet, Sinema Kadına Değdi” başlığıyla düzenlenen Antalya Film Festivali’ni kadınlardan oluşan dokuz kişilik seçici kurulu filmi, 100 puan üzerinden 0,9 puanla elemesinden sonra daha dün gibi, kendi içimin derinliğine gömüldüğümü hatırlıyorum. Çoğu kez neden bu işi yapıyorum diye kendimi sorguladığım zaman olmuştur. İşte tam böyle duygular içindeyken iki festival filmimizle ilgilenmişti. Bir Montreal Film Festivali diğer Tokyo Film Festivali. Hatta Montreal filmimizi kabul ettiğini bize bildirmişti. Ancak ortak yapımcımız Baran Seyhan’ın gönü Tokyo’dan yanaydı. Yaptığı ön görüşmede ön seçici kurulun yarısının filmi izlediğini, görüşlerinin olumlu olduğu bilgisini almıştı. Görüşünü henüz bildirmeyenlerin nasıl bir karar vereceğini kestirmek zordu. Ben, eşim ve yapımcım Aynur Güneş’le yaptığım istişare sonucunda; seçilmiş olmak tercih yapmamızda birinci sırada olmalıdır gerekçesiyle Baran Seyhan’ı ikna ettik. İyi ki de öyle olmuş, seçildiğimiz festivalde hem büyük ödülü aldık hem de Dünya Sinema Yazarları Federasyonu’nun (FİPRESCİ) en iyi film ödülünü aldık. Bu iki ödülün aynı filme verilmesi çok sık görülen bir durum değildi. 12 yıl sonra da 43 yıllık festival tarihinin en iyi 20’sine seçilmek de gurur verici olmuştu. Bu ödüllerden sonra bazı yazarlar bizi olduğumuz yerden daha yukarıda bir yere koyduklarında onlara şunu dediğimi hatırlıyorum: “Film aynı film, yeni bir kurgu veya değişiklik yapamadık.” Ödüller sanatçılara değil izleyicilere gerekli olan bir durumdur.

· Yeni filminiz olan “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban”ın senaryosunu beş yıl boyunca beklettiniz. Bu uzun hazırlık sürecinin sizin için anlamı neydi?

Sürecin bu kadar uzamasının nedeni ne yazık ki, estetik bir zorunluluktan değil, filme başlayacak bütçenin oluşmamasından kaynaklıydı. Sinema Genel Müdürlüğü’nün ilk toplantısında destek çıkmayınca bir sonraki toplantıya kalmıştık. Destek açıklandığında dolar 7 lirayken desteği aldığımızda dolar 12 liraya, filme başladığımızda ise 16 liraya yükselmişti. Bir yapımın en büyük kalemlerinden birini tutan mazot ise 10 liradan 30 liraya çıkmıştı. Bu durum hazırlık süreci olmaktan ziyade yıkım sürecine dönmüştü.

· Çekimler sırasında kar yağışını aylarca beklemişsiniz. Bu tür zorluklar sizin için yaratıcı süreci nasıl etkiliyor?

Senaryonun ilk zamanlarında bile yer alan anlamlı olacağını düşündüğüm kar sahnesi vardı. Bir film mekanı olarak çok beğendiğim Amasra’dan vazgeçmemin nedeni kar yağma meselesinin yarı yarıya bir oranda gerçekleşebileceğiydi. İkinci kasaba olarak seçmeyi düşündüğüm Göynük, daha garantiliydi ama orada da Büyükşehir Belediyesi’nin desteğini sağlayamamıştık. Taraklı 25 yıl öncesinden bildiğim bir yerdi ve hem filme uygundu hem de kar yağama ihtimali Göynük kadar olmasa bile Amasra’ya göre daha iyiydi. Üstelik Sakarya Büyükşehir Belediyesi Başkanı Sayın Ekrem Yüce Bey’in ciddi desteği bizi Taraklı’ya yönlendirdi. Fakat dekor yapım sırasında beklemediğimiz bir şekilde kar yağınca çalışmalarımız aksadı. Ardından dekor bittiğinde karsız sahnelerin çekimine giriştik. Kar yağmasını istediğimiz sahneyi atlayarak çekimleri sürdürdük. Bu sırada bir türlü beklediğimiz yağış gerçekleşmiyordu. Suni kar yağdıracak bütçemiz ne yazık ki olamadı. Sahneyi yağmura çevirdik, o da bize çok pahalıya mal olacaktı. Beklediğimiz kar tam bu ikircikli durumda yağamaya başladı. Bu kez bir hafta durmaksızın yağınca daha önce çektiğimiz karsız sahneleri tekrar çekmek zorunda kaldık. Zorlu oldu ama sonuç umduğumuzdan iyi oldu diyebilirim.

“OYUNCULUK GÖMLEK GİBİDİR”

· “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban” filmi vicdan, yoksulluk, ölüm, sorumluluk gibi oldukça ağır temalar içeriyor. Bu yoğunluğu oyunculara nasıl aktardınız?

Bu saydığınınız durumlar oyuncuların uzak olmadığı hisler. Görüldüğü üzere oyuncularımızın gerçek hayattaki imkanlarıyla filmdeki karakterlerin imkanları birbirine çok uzak değil. Kaldı ki oyunculuk gömlek gibidir. Oyuncu olduğunu iddia eden herkesin giymesi ve giydiğini vücuduna yakıştırması, bu sanatın ilk maddelerinden biridir. Ayrıca ben seti oyunculuk atölyesi gibi düşünmem. Set sırasında kimseye oyunculuk öğretmek gibi bir sorumluluğu üstlenmem. Oyuncu sete okuduğu, üzerinde konuştuğumuz metni hazırlanarak gelmelidir. Ben sadece sergilenen karakterin volümüyle ilgilenirim. Biraz küçük, biraz daha küçük veya hiç oynamamasını isterim.

· Üçleme filmlerinizin ardından “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban” bağımsız bir anlatı mı yoksa yeni bir tematik serinin ilk halkası mı?

Üçleme olmasa da bu konuyu seçtiğimde iki proje kendiliğinden oluştu. Biri “Sıvasız Evlerden Biri/Kurban”, diğeri “Gazi” olacaktı. Hatta ikincisine beş yıl önce başlamıştım ama menajer Ayşe Barım, seçtiğimiz oyuncuların senaryoyu beğenmelerine rağmen bizimle çalışmaya izin vermedi. Ayrıca Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteklemesi için sunduğum; rahmetli Gün Sazak Bey cinayetinin son dört gününü incelediğim “Karanlıkta Dört Gün” senaryosu kabul edilmeyince şu sıralar aynı hikayeyi roman olarak hazırlamaktan başka çarem kalmadı. Sanatta hiçbir şey başaramadıysam da her kesimin bana düşman olmasını sağlamış oldum. “Allah’tan Allah var” diyorum sadece.

“SANATIN DOĞASINDA POLİTİK OLMAK VAR”

· Filminizin, günümüzün siyasi ve toplumsal tartışmalarıyla iç içe okunabileceği söyleniyor. Bu sizi kaygılandırıyor mu, yoksa sinemanın doğal alanı mı?

Benim üretmeye çalıştığım işlerin genelde böyle bir durumu oluşuyor. Sanatın yaratılışından gelen politik olma durumu zaten var olmalıdır. Şu an yürümekte olan siyasetin her iki tarafına da hizmet edebilecek bir film var ortada. “Siz böyle davranıyorsunuz, birtakım siyasi karalar alıyorsunuz ama ya bu işten mağdur olan insanlara ne diyeceksiniz?” denebileceği gibi, “Böyle yapıyoruz çünkü bundan sonra bu filmdeki mağduriyetler yaşanmasın” da denebilir.

·  Yeni projeleriniz var mı? Yine toplumsal meselelere odaklanacak mısınız?

Odağım her zaman toplumun duyarlılıklarıyla ilgiliydi, bundan sonra da öyle olacağı kesin. Şu sıralar, rahmetli Gün Sazak Bey’in bakanlık dönemini önceleyen süreçte geçen “169 Gün” adlı belgesel üzerinde çalışıyorum. 27 Mayıs 1980’de işlenen cinayetin arka planını ele alan bu çalışma, 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler ile onlara destek veren yapıların izini sürüyor. Şu an belgeselin kurgu, renk ve ses işlemleri devam ediyor.

Kaynak: BAŞKENT GAZETESİ-TOLGA ALCA